28 Haziran 2007 Perşembe

İnternet Siteleri-1

http://www.lesartsturcs.com/
Türkiye'nin sanat ve kültürün merkezi olduğunu bazen unutuyor olabiliriz.

http://www.looplabs.com/
Dj'lik yeteneğiniz olmayabilir, hatta belki hiç ilgi alanınıza da girmeyebilir. Ancak, neden denemeyesiniz ki?

http://www.pellicanohotel.com/
Galiba cenneti buldum. İtalya'da daha güzel bir otel varmıdır bilemiyorum, ama insanın herşeyi bırakıp gidesi geliyor...

http://www.mac.com/WebObjects/iCards/
Apple, Macintosh, e-kartları da farklı olacak tabi. E-kart atmak istediğiniz birileri de varsa, bu sayfaya uğramadan atmayın derim.

http://web.archive.org/
Internet'in de bir arşivi olduğunu biliyor muydunuz? Ana sayfada ki 'Waybackmachine' kutucuğuna geçmişini merak ettiğiniz site'yi girin ve 'Take me Back'... Merak ettiğiniz sitenin tüm geçmişi karşınızda.

http://www.ocean.com/
Derinliği düşünün. Özellikle içinde bulunduğumuz kış aylarında, denizi, suyu, maviyi özleyenlerin ziyaret etmekten keyf alacağını düşünüyorum.

http://logo.nino.ru/
Merak ettiğiniz veya işiniz sebebiyle ihtiyaç duyduğunuz logolar olabilir. Binlerce logoyu ücretsiz sunan bu site de benim en çok Coca-Cola logoları dikkatimi çekti. Hele Çin'deki Cola-Cola logoları bir hayli ilginç.

http://www.themichaelsmith.com/
Eğer boş vaktiniz var ise, ilginç bir şeyler arıyorsanız, Michael Smith tam size göre sayfalar hazırlamış.

http://www.mrwong.de/myhouse/index.htm/
Dünyanın en uzun sanal binası.

Netyorum / Teknoloji / Internet Siteleri-1 / Ocak 2004

26 Haziran 2007 Salı

COMPEX'i sabırsızlıkla bekleyenler 3'e ayrılır

EVET başlıktaki sloganı son zamanlarda, hemen hemen her türlü yayında görüyorsunuz. COMPEX'in yani 30. Uluslararası Bilgisayar Fuarı'nın bu sene dergilerde yer alan ilanlarından birinde kullanılan slogan. Bu sloganın altında da; sabırsızlıkla bekleyenler şöyle açıklanıyor: 1. Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunları, 2. Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunları, 3. Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunları...

Bu sloganın ne kadar da yerinde olduğunu COMPEX fuarlarını düzenleyen Rönesans Fuarcılığın Başkanı İsmet Göksel ile görüştükten sonra anladığımı söylemeliyim. COMPEX bu sene çok farklı. İsmet Göksel öylesine heyecanlı ki, bu seneki fuarda öyle güzel işler yapmışlar ki, COMPEX'i sabırsızlıkla bekleyenlerin en başında o var.

İsmet Göksel'e soruyorum, bu sene COMPEX'te neler olacak? Önceki yıllara göre nasıl farklılıklar var diye? “Bir kere en başta ana sponsor değişti” diye başlıyor anlatmaya. Fuarın ana sponsoru Hürriyet Mobil'miş. Ne yapar Hürriyet Mobil? Hürriyet Mobil, Hürriyet'in Turkcell ile birlikte hayata geçirdikleri yeni bir hizmet. Tüm haberler, köşe yazarlarının yazıları ve görüşleri GSM telefonunuza gönderiliyor. Bravo Hürriyet'e. Hem böylesine bir hizmet verdiği hem de COMPEX gibi bir organizasyona ana sponsor olduğu için. Göksel anlatmaya devam ediyor: “Lenovo'da fuarda. IBM'in kişisel bilgisayar bölümünü satın alan Çin'li grup. Türkiye'de ilk kez IBM Thinkpad'leri COMPEX'te gösterecekler” Sizi bilmem ama bu bile benim ilgimi çokça çekti... Yeni Thinkpad'lar, Thinkcenter'ler kim bilir nasıl? Lenovo, nasıl bilgisayarlar üretiyor? Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunlarının bunu kaçıracaklarını hiç sanmıyorum. Fuarda göreceğimiz katılımcı firmaları anlatarak devam ediyor İsmet Göksel: “Toshiba var. 250 m2'lik bir ‘stand'da. Fuarın yıldızlarından birisi de fikrimce Anadolu Endüstri Grubu olacak, Samsung ile 350 m2'lik bir alanda yer alacaklar. Ülker'in teknoloji grubu, Datateknik ve Hızlı Sistem de fuarda. Sanyo, Olivetti, Sony, Escort...” tam bu sırada soruyorum, peki Apple? Türkiye'nin bilgisayar fuarında Apple yok! Cevabı aynen şöyle veriyor İsmet Göksel: “Apple yine yok! Diline sağlık. Dün akşama kadar uğraştım ve sonunda pes ettim. Niye katılamadılar biliyor musun? ‘Stand'da sergileyecekleri gösteri makinaların bedeli ne olacakmış?” Duyduğuma inanamadım. Apple, Türkiye'nin en çok katılımcıya sahip, böylesine büyük bir organizasyona, tanıtım makinası masrafını düşünerek katılamıyor. İnanılır gibi değil! Bende bir iMac bir de iBook var. Bunları fuar süresince sergilemeleri için Apple'a verebilirdim. Hatta 1985'den kalma, çalışır durumda bir de SE30'umuz da vardı ofiste... Yeter ki oraya gelenler, bunca marka, model bilgisayar arasında Apple ürünlerini de görebilsinler. Ama, maalesef Apple yok fuarda. Hem de ilköğretim okullarına kişisel bilgisayar desteği sağlayacaklarını açıkladıkları bugünlerde. Buradan Apple IMC Genel Müdürü Tansu Yeğen'e tebriklerimi sunuyorum. Tansu Bey, bir daha ki fuara, aklınızda olsun ben makinalarımı size her zaman ödünç verebilirim. İsmet Göksel anlatmaya devam ediyor: “Bu kadar çok çeşitli firmanın birarada olduğu bir fuar son yıllarda hiç olmadı. Bu anlamda ulusal ve uluslararası markalar açısından hakikaten büyük bir şov alanı haline geldi COMPEX. Bunun yanısıra, Telekom firmaları var fuarda. GSM, DECT ürünler var fuarda. Tüketici elektroniği ürünleri var, bilgisayar yan ürünleri var ve sektörün yayınları her zamanki gibi fuardalar”. Dinlerken, senelerin verdiği tecrübe ile (Bunu sanırım rahatça söyleyebilirim) COMPEX'in ne denli renkli ve farklı olacağını tahmin edebiliyorum. CocaCola'nın fuarın içerisinde kuracağı İnternet Cafe'den, Ritmix'in kuracağı dinlenme köşesine kadar, İsmet Bey anlattıkça görüntüleri gözümde canlandırabildiğim, çok renkli bir gösteri olacak gerçektende COMPEX. Bu sene COMPEX'i kaçırmamanızı, en az Sabancı Müzesinde'deki Picasso sergisi kadar, görülmesi gerektiğini söylemek istiyorum. Hatta Picasso İstanbul'u görmek için epeyce vaktiniz var. Ancak, COMPEX sadece 4 gün. Haydi, İnternet üzerinden ücretsiz davetiyenizi almaya www.compex.com.tr'ye.

İdil'e de teşekkürler!

Aktör köşemizi bu ay mutlaka okumalısınız. 17 yaşındaki İdil yazdıklarıyla sadece babasını değil, bizleri de çok duygulandırdı. Buradan da teşekkürlerimi kendisine sunuyorum. Teşekkürler İdil.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Aralık 2005

Tiyatro hayatın aynasıdır

OLİVİER Lejeune'nin yazdığı Gencay Gürün'ün Türkçe'ye çevirdiği ve üzerine bir de yönettiği, orijinal ismi “Tout Bascule” olan, ‘Tepetaklak' isimli oyununun galasındaydım. İzleyicilerden biraz bahsetmek istiyorum. Öncelikle, yaş ortalaması çok yüksekti. Genç sayılabilecek izleyici sayısı çok azdı. Bu olumsuzluğu yani, gençlerin, tiyatrodan böylesine uzak olmalarını bilmiyorum sizler nasıl yorumluyorsunuz. Çok değil daha bir kaç hafta öncesinde, gecenin geç vakti Maçka'da bir sinemaya gittiğimde, yaş ortalamasının çok düşük ve sinemanın çok ama çok kalabalık olması dikkatimi çekmişti. Yani, gençler tiyatroya rağbet etmiyorlarsa, bunun bir sebebi olmalı. Aslında sinemada gördüğüm gençler tiyatroda olsalardı, zaten çok komik olurdu. En ‘moda!' giysileri ile gelip, sanıyorum oyuna bu anlamda bir saygı göstermezlerdi. Bunun, yanlış ya da doğru olduğunu bilemiyorum. Ama düşününce, garipsemeden de edemiyorum. 50'li, 60'lı yaşlarında bir çok insan kravatları, ipek eşarpları, en şık pabuçları ile tiyatroya geliyorsa, bu onların tiyatroya veya kültüre ya da sanata verdiği önemi gösterir değil mi? Bir genç olarak hep duyduğum ‘zaman değişti, dejenere gençlik' gibi kinayeli tümceleri hatırladım hayatın aynasını seyrederken o gece. Sanıyorum, biz gençler bazı şeylerin değerini anlamakta biraz genç(!) kalıyoruz.

Hep anlatılan, Beyoğlu'na kravat takılarak, en güzel giysiler giyilerek gidilirmiş, zamanları aklıma geldi, izleyicileri incelerken. Tabi burada istisnaların olduğunu da belirtmeliyim. Az da olsa yaşça genç izleyicilerde vardı salonda. Ne diyordum, Beyoğlu'na çıkmanın, önemli ve titiz bir hazırlıkla gerçekleştirildiği günler... Ben hiç göremedim o günleri. Kibar ve nazik İstanbul Beyefendilerinin yaşadığı dönemleri. Acaba nasıldı? Bu türden tuhaf tuhaf şeyler düşünürken, bir yandan da oyunu izliyordum. Metin Serezli ve Nilgün Belgün'ün muhteşem oynadığı, izleyenleri gülmekten kırıp geçiren sahneleri. Hele Nilgün Belgün'ün ‘Rap' yaptığı bir sahne vardı ki... Mutlaka görülmesi gerek. Volkan Severcan, Şebnem Özinal, Argun Kınal, Levent Ulukut ve Simge Selçuk gibi isimlerin de son derece başarılı oyunları ile birlikte gece göz açıp kapayana kadar sona erdi. Tepetaklak isimli oyunu mutlaka izlemenizi öneririm. Şanslıysanız, bir çok İstanbul Beyefendisi ile beraber de izleyebilirsiniz. Benim gibi. Akbulut ailesine de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Böyle güzel bir geceye davet ettikleri için.

Ben dememiş miydim..!

Daha bir önceki sayımızda korsan yazılım ile ilgili düşüncelerimi yazmıştım. Daha doğrusu bir teorimi sizlerle paylaşmıştım. Ve bu ay da bir anket tarafıma ulaştı ki... BSA (Business Software Alliance) toplum bilinci açısından bir araştırma yapmış ve ülkemizde korsan yazılım ile çalıntı arasında bir fark olmadığını yüksek eğitimlilerin dahi bilmediği sonucuna varmış. Bu sonuca varmak için özel bir anket yapmaya pek gerek yokmuş gibi geldi ama yine de yapmışlar. Anketin en ilgi çekici yanlarından biri ve benim teorimi bir nebze daha gerçeğe yaklaştıran sonucu ise, ankete katılan öğrencilerin %88'inin korsan yazılım kullandıklarını belirtmesi. Geçen sayı okumadığınızı tahmin ediyorum ve bu yüzden teorimi tekrarlıyorum: Gençler, heves edip bilgisayar sahibi olan yetişkinlere yardımcı oluyor ve bu sebeple yetişkinlerin heves ettiklerini yapabilmeleri için, onların bilgisayarlarına kendi yazılımlarını çoğaltarak yüklüyorlar. Ayrıca gençler, birden fazla yetişkine bu konuda yardım ediyorlar. Her yetişkine ayrı bir orijinal yazılım satın alacak paraları da olmadığına göre, sonuç devamlı artacak lisanssız yazılımlar ya da bir başka deyişle çalıntı, korsan yazılımlar. Ve bu noktada kopya yazılım kullanmanın, satmak kadar büyük bir suç olduğunu söyleyen BSA'ya katılmıyorum. Sadece, bu konuda insanlarımızın daha fazla eğitilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunun haricinde, tarafıma ulaşan anket ile ilgili iki enteresan sonucu daha sizlere aktarmak istiyorum; aylık geliri 2 milyar Lira ve üstü olan anket katılımcılarının % 33'ü ve lisans üstü eğitim almış olan anket katılımcılarının da %77'si orijinal yazılım kullanmadıklarını belirtmiş. Eh, ne diyelim ki? Önce, eğitimlilerin eğitilmesi gerekiyor demek ki.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Kasım 2005

Gündemimiz hakkında...

NEYİN gündemi? Tabi ki ülkemizin gündemi. Her geçen gün değişen. Aylık yayın olmanın güçlüğü de, günlük basında ki saygıdeğer büyüklerimiz gibi, her konuda zamanın da fikirlerimizi yazamıyor olmamız. Oysa, büyüklerimiz ne de güzel(!) anlatıyorlar fikirlerini. Ben çok özeniyorum onlara. Gündem hakkında hiç vakit kaybetmeden fikirlerini paylaşıyorlar bizlerle. Mesela, son dönemdeki en önemli meselemiz olan Gamze Özçelik, Hülya Avşar'ın boşanması, AB meseleleri, Galatasaray'ın Norveçli (İsmini şu an hatırlayamıyorum, Trömsö olabilir) bir takıma elenmesi... Ben bu önemli konuların(!) hiç biri hakkında fikirlerimi anlatamadım. Şimdi yazmaya kalkışsam, zaten kimsenin de ilgisini çekmez sanıyorum. Çünkü, zamanlama kötü. Geç kaldık. Gündem değişti.

CeBIT Bilişim izlenimlerimi bile sizlerle paylaşmanın yerinde ve zamanında olup olmayacağına karar vermekte zorlandım. Fakat, fuar izlenimlerimi kısaca sizlerle paylaşmaya karar verdim sonunda.

CeBIT Bilişim'05, kendini yenilemiş ve son yıllarda gördüğüm en düzenli fuar olmuş. Geçmiş senelerdeki gibi ilgili-ilgisiz insanların, müzik kirliliğinin, yer yer sahne gösterilerinin olduğu bir panayırdan çok, daha derli toplu ve düzenli bir organizasyon görüntüsüne bürünmüş. İş dünyası adı verilen salonların; herkesin gezebildiği salonlardan ayrılması, fuara bir kurumsallık havası vermişse de, bu salonlara girebilmek için zorunlu kayıt yapılması, ziyaretçilere fenalık geçirtirecek gibiydi. Biz elimizi kolumuzu sallayarak o kayıt yaptıran insanların yanından geçerken, yüzlerindeki o sıkıtılı ifadeyi görmek üzücüydü. Aslında bu kayıt meselesinin çok mantıklı bulduğumu söyleyemem. Çünkü, herkes kayıt yaptırıp içeri girebiliyordu. Madem herkes girebilecek, neden kayıt yapılıyor ki? İnsanlardan zoraki bilgi almanın, maksadı ne olursa olsun, yanlış olduğunu düşünüyorum. Birde Basın odasına değinmeden geçemeyeceğim. Fuar ne kadar düzenli ise, basın odası da o denli karışıktı. İlk girdiğimde, iki tane dünya güzeli çocuk top oynuyordu. Basın ile ilgili olup olmadığını bilmediğim ve tahminimce, hiçbir alakası olmayan insanlar vardı odada. Basın için yapılmış masalarda, tepeleme dolu kül tablaları, içilen içeceklerin boş bardakları kol geziyordu. Birde şu dikkatimi çekti: Interpro artık ne yayınlasa para ile satıyor. Fuar katılımcılarının bir listesini isterseniz, belli bir miktar ödemeniz gerekli. Bilişim 500 listesine ulaşmak isterseniz onu da satın almanız gerekiyor. Tabi ki emeğe saygı göstermek gerekli ama, bu tip bilgilerin paylaşımının, gelecek gelirden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm bunların yanısıra, açılışa katılan Başbakanımızı da kutlamak istiyorum. Orada olması, son derece olumlu ve güzeldi.

Bu tip etkinliklerde, devlet büyüklerimizi, iş dünyasının önde gelen simalarını görmek her zaman keyif veriyor. Bu konuda en unutamadığım anı ise, rahmetli Sakıp Sabancı'nın, COMPEX'te, kafasına bir beysbol şapkası takarak, arkasında korumalar ile bisiklete binmesidir. Tüm televizyonlarda, gazetelerde yer almıştı, sizde anımsıyorsunuzdur belki rahmetlinin fuarda yaptıklarını. Tabi bu tip katılımlar, bir açıdan fuarın tanıtımına da yardımcı oluyor. Daha çok insanın, fuardan haberdar olmasını sağlayan önemli bir katkı. Bu tür katkıların devamını, gerek devlet büyüklerinden, gerekse iş dünyasının önde gelenlerinden bekliyoruz. Onların orada geçirdikleri kısa süre, gazetelerde, televizyonlarda yer alarak, tanıtıma büyük katkı sağlıyor.

“Eğitim şart”

Kadir Has Üniversitesi'ndeyiz. Dergimizin de basın sponsorluğunu üstlendiği organizasyonda, TESİD (Türk Elektronik Sanayicileri Derneği)'in gelenekselleşen ‘Elektronikte Yenilikçilik Yaratıcılık Ödülleri' sahiplerini buluyor. Kahve arası veriliyor ve TÜTED (Tüm Telekomünikasyon İş Adamları Derneği) Başkanı Murat Dikici, reklam müdürümüz ve ben sohbet ediyoruz. Ülkemizdeki bilgisayar kullanımı, düzenlenen kampanyalar hakkında bir konuşma geçiyor ve reklam müdürümüz, kampanyaların biraz da eğitim üzerinde durması gerektiğini, öğretmenler için düzenlenen bir kampanyayı örnek vererek bize anlatıyor. Öğretmen alıyor bilgisayarı, kullanmayı bilmiyor... Bu gerçi her alanda yaşanıyor. (Bknz. Syf. 36 Saydam) Bunları dinlerken, aklımdan şunlar geçti: Biz bu tip eğitimlere önem vermemekle, kopya yazılımın, lisanssız yazılımın önünü açıyoruz. Çünkü, heves edip bilgisayar edinen ve sonra kullanamayan kitle, o bilgisayarda mesela yazı yazmak istiyor. Ne yapmalı? Bir Microsoft Office seti edinmeli. Peki nasıl? Gidip satın alacağını biliyor mu? Söylüyor yakınındaki bilgisayar uzmanı gence. Uzman da, gelip bir güzel yüklüyor bilgisayara kendisine anlatılanlara istinaden işi görecek programları. Ve genç bunu sadece bir kişi için yapmıyor. En azından iki üç kişinin daha bilgisayar kullanma danışmanlığını yapıyor çünkü. Dolayısıyla, elindeki bir programı, danışmanlık verdiği herkes ile paylaşıyor. Bu konu hakkında biraz düşünülmesi, üzerinde durulması gerektiği kesin. Komik buluyorum bu tümceyi ama, kullanmanın vaktidir; ‘Eğitim Şart'.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ekim 2005

“Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin”

ALİ ATIF BİR'in 28 Ağustos'ta Hürriyet gazetesinde yayınladığı Steve Jobs hakkındaki yazısını okudunuz mu? Steve Jobs kim diyenler olabilir, o yüzden hemen açıklayayım; Apple (Macintosh), iPod gibi, harika ürünlerin yaratıcısı. Şu an itibarı ile Apple ve Pixar stüdyoları CEO'su. Hemen Pixar'dan da biraz bahsedeyim. Dünyanın ilk animasyon filmlerinden biri ‘Toy Story'inin yaratıldığı, dünyadaki en başarılı animasyon stüdyolarından biri. Atıf Hoca'nın yazısındaki en büyük eksik, ya da yanlış şu ki, Macintosh'un yazımı yazı boyunca farklı şekillerde. Ve de yanlış. Steve Jobs'u anlatırken; en büyük başarısının ismi, ‘Macintoch ya da Macintosch' diye geçiyor. Aslında niyetim, Atıf Hoca'nın yazısını eleştirmek ya da yazı hakkında konuşmak değil. Bu yazıyı okuduğumda; Steve Jobs'un 12 Haziran 2005'te Stanford üniversitesi mezunları için yaptığı konuşma, e-posta olarak tarafıma ulaşmıştı ve yazıyı okur okumaz, bu konuşmayı anımsadım. Atıf Hoca'ya konuşmanın tamamını yolladım. Fakat, burada sadece son bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Üç hikayeden oluşan Steve Jobs'un konuşmasının son hikayesini, sizler de beğenirsiniz umarım.

“On yedi yaşındayken, şöyle bir şeyler okumuştum: “Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.” Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” Uzun süre ard arda, “Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım. İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları, tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan. Bence, insanın öleceğini bilmesi, kaybedecek bir şeyleri olduğu düşüncesini göz ardı etmesinin en iyi yoludur. Zaten savunmasızsınız. Yüreğinizin sesini dinlemememiz için hiçbir neden yok. Bir yıl kadar önce kanser teşhisiyle hastaneye yattım. Sabahın 07:30'unda sonografi çektirdim ve pankreasımda bir tümör olduğu ortaya çıktı. Pankreasın ne işe yaradığını bile bilmiyordum. Doktorlar bana bu kanser türünün tedavisinin pek mümkün olmadığını ve altı aylık ömrüm kalmış olabileceğini söylediler. Doktorum bana, eve gidip eşyalarımı toparlamamı önerdi. Doktorların, ‘ölüme hazırlan' anlamında kullandıkları şifreydi bu. Yani önümüzdeki 10 yıl boyunca çocuklarıma anlatmayı düşündüklerimi, birkaç ay içinde söylemeye çalışmalıydım. Yani ailem ileride güçlük çekmesin diye, işleri yoluna koymalıydım. Yani herkesle vedalaşmalıydım. Bütün gün bu düşünce aklımdan bir an olsun çıkmadı. Akşama doğru biyopsi yapmaya karar verdiler, endoskopi borusunu boğazımdan aşağı salıp, mideme ve bağırsaklarıma kadar uzattılar, pankreasıma bir iğne batırıp, tümörden hücre örnekleri aldılar. Ben anestezinin etkisindeydim, ama eşim yanımdaydı ve bana, hücreleri mikroskop altında inceleyen doktorların sevinçten ağlamaya başladıklarını söyledi. Meğer pankreasımdaki tümör çok ender rastlanılan bir kanser türüymüş ve ameliyatla tedavisi mümkünmüş. Ameliyat oldum ve şimdi iyiyim. Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha ölüme bu denli yaklaşmam. Başımdan böyle bir olay geçtiği için, artık ölümün, gerekli ve yalnızca zihinsel bir olgu olduğunu düşünmüyorum: Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin eninde sonunda başına gelecektir. Şimdiye dek hiç kimse bundan kurtulmayı başaramadı. Öyle de olmak zorunda zaten, çünkü; ölüm hiç kuşkusuz, Hayat'taki en önemli buluş. Hayat'ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu. Zamanınız sınırlı, bu yüzden onu bir başkasının hayatını yaşayarak harcamayın. Dogmanın esiri olmayın -yani başkalarının kararları doğrultusunda yaşamayın. Başkalarının düşüncelerinin iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin. Ve her şeyden önemlisi, yüreğinizin ve sezgilerinizin sizi götürdüğü yere gidin. Sadece onlar sizin gerçekte ne yapmak istediğinizi bilirler. Geri kalan her şey önemsizdir. Gençliğimde, bizim neslin kutsal kitaplarından biri sayılan Bütün Dünya Ansiklopedisi adında inanılmaz bir kitap vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından kaleme alınmıştı, yazar kitaba şiirsel bir dokunuş kazandırmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960'lardan kalma, masaüstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu ansiklopedi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, kitap formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu. Stewart ve ekibi Bütün Dünya Ansiklopedisinin birkaç baskısını yayımladılar ve kitap miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970'lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri. Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin (Stay hungry, stay foolish)”.

Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. ‘Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin'. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, yeni mezun olan sizler için de aynı dilekte bulunuyorum: Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin!

İçinde yaşadığınız yalnızca TEK bir an vardır... O da ŞİMDİ. Bu yüzden onu 100% yaşayın!”

Yorum sizin…

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Eylül 2005

e-devlet'e gideriken

GEÇENLERDE bir istatistik bilgi ile alakalı DİE'nin İnternet sitesini ziyaret ettim. E-imza, e-devlet gibi kavramlar hayatımıza giriyor, ancak bizim kamu kurum ve kuruluşlarının İnternet siteleri, nedense vahim durumda. Kimse söylemiyor mu? Haber vermiyor mu? Bunlar nasıl siteler? Nasıl işlevsizliklerle dolular? Nasıl... Nasıl...?

Topyekün kapatsalar, yayınlamasalar daha iyi belki de. Bugün en amatör kişilerin bile kolaylıkla yapabileceği sitelere sahipler. Aslında, düşünce yapısını da belli ediyor bu siteler. Bir taraftan e-devlet diyenler, kendi bakanlıklarının, kurumlarının elektronik ortamdaki hallerine hiç özen göstermiyorlar. Nasıl bir tezat bu? Devlet kurumlarının, siyasi partilerin, İnternet'teki yüzlerine lütfen 10-15 dakikanızı ayırıp bakar mısınız? İstisnalar olduğunu varsayıyorum. (Çünkü, her birine bakabilecek vakit bulamadım) Ancak, genellikle çok kötü tasarlanmış, etkileşimin çok az ya da hiç olmadığı, uyumsuzluklarla dolu, garip motiflere yer verilmiş siteler mevcut. Bu konuda birilerinin birşeyler yapması gerektiği aşikar. Hele hele, e-imza çalışmalarının tamamlandığı, SSK bildirgelerinin ve vergilerin elektronik ortamda yapılabilmesine olanak sağlanacağı, kısaca İnternet'i verimli kullanmaya başlayacağımız şu günlerde; böylesine amatör, böylesine laf olsun diye yapılan siteler görmek, o sitelerde bir şeyler araştırmaya çabalamak insanı kara kara düşündürüyor.

Tekrar yazımın başında belirttiğim DİE'deki araştırmama dönerek, merakımı celbeden konunun istatistiklerini, DİE'nin İnternet'teki yüzünde ararken, öncelikle çok zorlandığımı belirtmek isterim. Tam konuyu bulduğumu sanıp, sevinmişken, bu sefer de rakamları öğrenebilmek için sadece e-posta yollayabildiğimi anladım. Yani, işlemi şu şekilde gerçekleştiriyorsunuz: Öncelikle aradığınız konu başlığını sitede bulacaksınız. Daha sonra, konu ile ilgili DİE'nin genel e-posta adresine bir ileti yazacaksınız. Hemen ertesi gün, size DİE'den söyle bir cevap gelecek, istediğiniz bilgiler ücretlidir. Şu banka hesabına yatırın, sonra bilgileri yollayalım diyecekler…
İşte, gerçek bir ‘eh be-devlet' uygulaması. Tamam, itirazımız olamaz, istenilen miktar da önemli değil, fakat, bunu İnternet'ten halledebilsek ya! Yani oraya, o sayfalara dileyenin kullanımına amade bir ödeme sistemi koysanız, biz de hayret ederek, gülümseyerek ama anında ve gerçek zamanlı şipşak hallediversek işimizi. Tamam, İnternet bankacılığı diye birşey var, oradan havaleyi yapabiliriz ama yine de bilgi bize, bir gün sonra ulaşmakta. Hele hafta sonuna denk gelirsek, acil ihtiyacımız olan ve bedelini de ödediğimiz bilgi, üç gün sonra bir ara bize ulaşabilir. Sizde, beklersiniz, e-devlet olacağız diye… Aslında benim fikrimce; önce e-millet olmalı, sonra e-devlet. E-devlet, insanın içinde olacak bir kere!

NCR kabare oyuncularına teşekkürler

Temmuz ayı içerisinde, dergimizde hemen köşe komşum olan, ‘Aktör' isimli köşemizin yazarı Numan Aydınoğlu'nun daveti ile Boğaziçi Üniversitesi Prof.Dr. Demir Demirgil Salonunda, NCR Kabare oyuncularının hazırladığı ve oynadığı Çehov'un Vanya Dayı isimli oyununu seyrettim. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; şirketçe böyle bir etkinliğin gerçekleştirilmesini öğrenmek, beni çok etkiledi. Bildiğim en belirgin şirket etkinlikleri; halı sahada top oynamak ya da bowling turnuvası gibi şeyler. Ancak, NCR çalışanları, şirket etkinliği olarak, tiyatro oyunu sahneye koymuşlar. Ve bir tiyatro eleştirmeni olarak değil tabi ama, sade bir izleyici olarak bu oyunun şehir tiyatrolarında dahi oynanmasının doğru olacağını ve izleyenlerin çok beğeneceğini, bizlerin o gün yaptığı gibi NCR kabare oyuncularını ayakta alkışlayacaklarını düşünerek ayrıldım salondan. Buradan davetleri için kendilerine tekrar teşekkür ediyor ve böylesine başarılı bir şekilde oyunu sahneledikleri için tüm ekibi tebrik ediyorum.

"Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit... Teatral olmamaktır esas olan..."
A. Pavloviç Çehov

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ağustos 2005

Neler oluyor?

AFRİKA'da yaşanan açlık ve fakirlikle mücadele için dünya genelinde 10 kentte düzenlenen ‘Live 8' isimli konserleri, dünyanın en büyük konser zincirini izleyebilmişsinizdir umarım. Bunu kaçırmış olabileceğinize ihtimal vermiyorum doğrusu. Dünyada 160'dan fazla ülkede, televizyondan canlı yayınlanan konserlerin, dünya nüfusunun yüzde 85'ine ulaşmış olduğu açıklandı. Yani mutlaka sizler de izlemişsinizdir. Konserler esnasında gösterilen Afrika görüntüleri, sizinde zihninizde yer etmiştir.

G8 ülkelerine, yoksulluğun tarihe gömülmesi çağrısı yapan, yıldız ve zengin sanatçılar, ünlü ve zengin insanlar, devlet başkanları, üst düzey yetkililer bize sorunu gösterdiler ve yaşattılar. Aynı, 20 yıl önce düzenlenen ‘Live Aid' konserine benzer şekilde. Bill Gates'in konserde sürpriz bir şekilde sahneye çıkıp, “Eğer insanlara sorunu ve çözümleri gösterirseniz, harekete geçmek isteyeceklerdir.” Demesi de, gerçekten anlamlıydı. Sorunu gördük. Çözümleri ise, bulacağız ve katkıda bulunabilmek için harekete geçeceğiz. Bunu ümit ediyorum.

Konser sırasında, Afrika'dan, insanın yüreğini burkan görüntülerin gösterildiğini, bu görüntülerin, izleyenlerinin zihninden epeyce silinemeyeceğini belirtmiştim. Bahsettiğim bu görüntüler içerisinde, bir tanesi var dı ki; HIV virüsü taşıyan bir aile. Hatta bir köy. Daha çok küçük yaşlarda, büyük ihtimal ile o köyden hiç çıkamayarak, ebeveynlerinin de gömüldüğü 30-40 metre ilerdeki mezarlıkta, hayatlarını sonlandıracak çocuklar... Terk edilmişler ve birkaç tane virane yapıda, ölmeyi bekliyorlar. Doğar doğmaz, ölüm var Afrika'da. Yaşamak, ölmekten çok daha zor. Bence bunları bir düşünün. Dünyanın küreselleşmesinden bahsettiğimiz bir çağda, zor durumda olan kardeşlerimize yardımcı olmalıyız. Bunu düşünmeniz, hatta sadece aklınıza getirmeniz bile faydalı olacaktır.

Dünyada böyle bir etkinlik, ses getirirken bizde ise, Telekom'un özelleşmesi konuşuluyordu. Bu konuda açıklamalar, devlet erkanından, çeşitli üst düzey yöneticiler tarafından yapılıyordu. Kimi bunun iyi olduğunu, kimi de kötü olduğunu söylüyordu. Bu konuda şunu düşünüyorum: Amacımız; sektör özelleşsin, tekel zihniyetten kurtulsun, sektörün hacmi artsın, telefon bağlamaya bile gelindiğinde, iki kabloyu kapımızın önünde bırakmasınlar. Hızlı, düzgün ve müşterilerine önem veren bir Türk Telekom olsun mu istiyoruz? Öyle olacaksa özelleşsin. Satışın, fiyatın, üzerinde durmadan, bunu istiyorum ben. Yok, amaç sadece paraysa, o zaman biz birşey özelleştirmiyoruz gibi geliyor. Sadece, bir şeyi satıyoruz. Yani, özelleşme ve satış farklı şeyler değil mi? Biz özelleştiriyor muyuz? Yoksa, satıyor muyuz? Eğer satıyorsak, nasıl bir satış bu? Yani, gelecekte olacakları planlamadan, direkt en yüksek fiyata veriyor muyuz? Ya da bir plan dahilinde mi bu satışı gerçekleştiriyoruz? Bilemiyorum. Hepsinin yanıtlarını göreceğiz. İhaleyle ilgili karar, çeşitli incelemelerden geçtikten sonra kesinleşeceğine göre, gelişmeleri takip edeceğiz ve göreceğiz neler olacağını.

Geçenlerde bu konuyla alakalı olarak Başbakanımızın yaptığı bir açıklamayı da gerçekten gülümseyerek okudum.

Türk Telekom'un özelleşmesiyle ilgili tepki gösterenler için, Sayın Başbakanımız; Türk Telekom çalışanlarının sokağa atılmayacağını belirterek, “Ancak, yan gelip yatmayacaklar da. Olay bu kadar basit” diye bir açıklama yapmış. Yorumu sizlere bırakıyorum. Ancak, kimin söylediğini hatırlayamadığım ‘Devlet yönetmek, aile yönetmekten pek farklı değildir' diye bir söz aklıma geliyor. Şu anki mevcut hükümetimiz zamanında, bu söz nedense çok sık aklıma geliyor.

Son olarak, ‘Live 8' konserleri sırasında, sahneye çıkan Nelson Mandela'nın şu söylediklerini hatırlatmak istiyorum; “Liderlerden söz vermelerini değil, harekete geçmelerini istiyorum. Yoksulluğu gidermek, sadaka vermek demek değildir. Bu, sağduyudur. Yoksulluğun olduğu burada, özgürlük yok” diyerek, G8 Ülkelerinin liderlerine seslendi Nelson Mandela. Bu çağrının, duyulmasını ve bu konuda bir şeyler yapılmasını gönülden destekliyorum. Ülkemizden birilerinin de, özellikle devlet kademelerinden birilerinin, ‘Live 8' konserleriyle ilgili açıklamalar yaptığını duymayı çok isterdim. Şimdilik bir açıklama duymuş, okumuş, görmüş değilim. Umarım en kısa zamanda, birileri herhangi bir açıklama yapar ve dünyada yaşanılanlara bir tepki gösterir.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Temmuz 2005

Neyin iyi, neyin kötü olduğunu biliriz de…

BİLEMEDİĞİMİZ çok şey var. Evren hakkında, dünyamız hakkında ya da insan yapısı hakkında. Süper novalar, kuyruklu yıldızlar, bulutsular, galaksiler, galaksimiz ya da beyin. Bilemediğimiz şeyler o kadar çok ki. Yüzyıllardır, bir çok önde gelen bilim adamı, mucit, bilge, filozof, bu tür sorulara net cevaplar verememiş. Bilinmeyenler ile ilgili verdikleri cevaplar ise, kesin sonuçlar elde etmemizi sağlayacak gibi değil.

Ancak, öbür taraftan, bildiğimiz de ne çok şey var. Şöyle bir düşündüğünüzde, bir çok alanda insanoğlunun ne büyük keşiflerde bulunduğu ortada. Ne çok şey öğrendiği, bildiği tartışılmaz. Ancak, ne var ki, bu iki düşünceyi karşılaştırmak zor. Sizce bildiklerimiz mi çok? Bilmediklerimiz mi?

Öğrenmeye çalışıyoruz, keşfetmeye devam ediyoruz. Hemen, hemen her gün yeni icatlar, yeni bilgiler ile karşılaşıyoruz. Her alanda, her yaşta bunu gerçekleştiriyoruz. Hatta buna o denli alıştık ki, bazı gelişmeler artık şaşırtmıyor bizi.

Artık, çok gelişmiş özelliklere sahip, bizi hayrete düşürecek cihazları hararetle bekliyoruz. Hatta özellikten çok tasarım bizi etkiliyor gibi. Zaten özellikleri de tam anlamıyla pek kullandığımız yok. Çoğumuz için mobil telefon hala, sadece ‘Alo' demek için. Ama içerdiği özellikler; günlük konuşmalarımızda bahsettiğimiz hatta telefonumuzda mevcut olduğu için öğündüğümüz, ama kesinlikle kullanmadığımız şeyler. Aslında kullanmak da pek kolay değil. Bir kere yavaş. Mesela, GSM telefonumuzdan e-postalarımızı kontrol edebiliyoruz. Fakat bu, uzun süren bir işlem. Size gelen ekleri de göremiyorsunuz. Bilgisayarların bile bugüne gelmesi, hayli vakit aldı. Şimdilerde kullandığımız bilgisayarlar, kaç senelik tecrübenin, bilgi birikiminin sonuçları. Son geliştirilen teknolojilerden biri olarak kullanacağımız BlackBerry'nin bu sorunu çözecek gibi görünüyor olmasına rağmen, bilgisayarlarımız yine olacak. Bir kere, gelen bilgileri saklama ihtiyacımız var. Hiç kullanmasak bile, bize gelen ya da yolladığımız, her şeyin kayıt altında olmasını istiyoruz. E-posta kutunuzda, binlerce e-posta neden duruyor ki? Senelerdir, e-postalarımızı yedekliyoruz? Neden bunu yapıyoruz?

İlerleyen zaman içerisinde, hatta günümüzde bile mobil telefonumuzun, bilgisayarımızdan bağımsız olması hiç de gerçekçi bir düşünce değil. Tabi ki uygulamalar daha da gelişecek. Günümüzde satın aldığımız hemen hemen her mobil ürün, içerisinde bilgisayarımız ile haberleşmeyi sağlayan yazılım ve donanımlarla birlikte geliyor. Ev telefonlarımız bile artık bilgisayarlarımızla bütünleşmeye başladı. Tüm veri tabanımız bilgisayarımızda, ev ve mobil telefonumuzda. Fakat buradaki problem de, teknolojik gelişmeyle eş zamanlı olmakta. Bilgisayarımızdaki bilgilerimizin, mobil cihazlarımız ile eşleşmesi, bazen problem yaratıyor. Bu yüzdendir ki, her birine sahip olmamıza rağmen, yine de bir kağıttan yapılma ajanda kullanıyoruz. Yine de yazmaya, elimiz ile kalemle yazmaya ihtiyaç duyuyoruz. ‘Söz uçar yazı kalır' deyimi yerini artık, ‘virüs bulaşır, yazı kalır', ‘eşleşme problemi olabilir, yazı kalır', ‘yazım editörünüz çöker, yazı kalır' gibi sözlere bırakmış gibi.

Haberleşme sektöründen bahsetmişken; geride bıraktığımız Mayıs ayı içerisinde düzenlenen, Telekom sektörünün, kendi görsel gösterisini yapmasını beklediğim, ancak çok da hayal edildiği gibi olmayan Telecom Eurasia'05'den bahsetmek istiyorum. Öncelikle, bu fuarın sektörümüz için çok önemli olduğuna inanıyorum. Zaman içerisinde, katılımın artması, sektörümüzün daha hızlı ilerlemesi ile, ülkemizdeki konusunda tek ve genelde sayılı fuarlardan biri olacağını düşünüyorum. Geride bıraktığımız zaman içerisinde, sektörümüzdeki en büyük eksiklik, her şeyin yavaş ilerliyor olması. Bunu, Telecom Eurasia'da da gözlemledik. Sektör genel olarak aslında o denli yavaş ilerliyor ki, böyle bir fuarı bundan 6 ay önce yapsak, yine göreceğimiz teknolojiler, ürünler üç aşağı, beş yukarı aynı olurdu.

Ancak, bu durumun fark edildiğini ve giderek bu konuda çalışmaların da hızlandığını düşünüyorum. Yapılan açıklamalar bile, hep bu doğrultuda. Hızlanacağımız kesin. Temkinli olmayı elden bırakmadan, hızlı adımlarla ilerleyeceğiz. Yeni UMTH operatörlerimizin de bu konuda etkili ve ellerinden gelen gayreti gösterdiklerini, onların çok önemli bir itici güç olduğundan da eminim.

Aslında genel olarak her sektörde olduğu gibi, bizim sektörümüzde de bir takım problemler var. Ama bu problemler lokomotif sektörde ortaya çıkınca, insanların gözüne daha çok batıyor. Bu da çok doğal sanırım. Çünkü, yeni yeni ilerliyor, tecrübe kazanıyoruz. Hiç bir zaman olmadığım kadar, sektörümüzde yaşananlardan ve düzenleyici çerçeveden, geleceğe yönelik çok ümitliyim. Güzel günler, gelişmeler göreceğiz.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Haziran 2005

Vergiler ve ölüm (Sürüm 2.0)

108.ci sayımızda yani, 8 ay önceki köşemde ‘Vergiler ve ölüm' ile ilgili bir yazı yazmıştım. Yani bu başlığı ikinci kez kullanıyorum. Sanıyorum, bundan sonra da çok kullanacağım. Ülkemizdeki vergi oranlarından, özellikle, tüm telekomünikasyon hizmetlerinden alınan vergilerden dolayı, duyduğum kaygıları, bu vergilerin, sektörümüze getirdiği ağır yükü ve bu vergilerdeki yüksek oranları gereksiz gördüğümü; velhasıl, bu konu hakkında sizler ile aynı olduğunu düşündüğüm fikirlerimi yazdığım yazıların, bundan böyle başlıkları belli ‘Vergiler ve ölüm'. Tabi, neden yazdığımı da bilmiyorum. Çünkü, değişen bir şey olmayacağını bilerek yazıyorum. Zaten kim ya da kimler yazarsa yazsın, birşey değişmiyor. Hatta tam tersi oluyor. Vergi yükünün adil olmaması, tüm yükün tüketicinin üzerinde olmasının en büyük problemlerimizden biri olduğu gerçeğini anlamayan kaldı mı?

Eski bir Nasrettin Hoca hikayesine benzetiyorum bunu. Hani bir zürafa hediye etmiş Kral, köylülere teşekkür etmek için. Fakat, bir süre geçtikten sonra herkes şikayetçi, zürafanın kendilerine getirdiği külfete katlanamaz. Hocaya, bu durumu sadece onun düzeltebileceğini, kendilerinin de hocanın arkasında bulunduğunu söyleyen cemaat, Kral'dan, zürafayı geri almasını istemek üzere düşmüş Hoca'nın ardından yola. Tam Kralın karşısına geçince, Hoca bir de bakmış, arkasında kimse kalmamış. Kralın karşısında tek başına. O da Kral'a, “Kralım, köylü çok memnun zürafadan, bir tane de eş istiyorlar yanına” demiş ve bir zürafa daha alarak dönmüş köye. (Hikaye, yöreye göre farklı da anlatılır. Kahramanlar değişebilir. Benim hatırlayabildiğim sürümü böyle)

Bizim yazdıklarımız da bu hikayeyi andırıyor. Yazıyoruz, söylüyoruz. Düşmesi, hatta kaldırılması gerektiğini belirtiyoruz ama yazılanlar ve söylenenler nasıl anlaşılıyorsa ya da nasıl anlatılıyorsa, vergiler tam tersine artarak bize geri dönüyor.

Son olarak artan ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) ile cepler boşalmaya devam edecek. Hatta lüks tüketim sayılan ürünler bile, durumun vahim olduğunu işaret ediyor. Ülkemizde deodorant kullanmak lüks, GSM telefon kullanmak lüks, araba sahibi olmak lüks. Ülkenin üçte birinin, yarısının bazen de tamamının kullandığı bir çok ürün lüks.

Anlayamadığım; tüm bunlara rağmen, Oracle'ın platin sponsor olarak en büyük desteği verdiği, ‘2005 WCO (World Customs Organization – Dünya Gümrük Organizasyoru) BT Konferansı ve Sergisi'nin açılışında dinlediğim Dış Ticaret Bakanımız Kürşat Tüzmen, 2002 yılında 87 milyar Dolar olan ihracatımızın, 2004 senesinde 160 milyar Dolar'a çıktığını söylüyor. AB Komisyonu, yayınladığı ‘İlkbahar 2005 Ekonomik Tahminler Raporu'nda ekonomimizi övüyor, özel tüketim ve yatırım alanlarında da hızlı bir artış olduğu, üretim artışının ise %6'dan %9'a yükseldiği belirtiliyor. İnanır mısınız? Aynı raporda komisyonun 2005-2006 için tahminleride bir hayli ilgi çekici. Komisyon, 2005'te sabit fiyatlarla, GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla) oranının %5, 2006'da ise %5.1 artacağını öngörmüş. Enflasyon oranının düşmeye devam edeceği(!), istihdamın ise artacağı raporda ayrıca belirtilmiş.

Anlayacağımız o ki, raporlara ve politikacılarımıza göre, her şey güllük gülistanlık. Peki, herşey iyiye gidiyor da, biz farklı bir ülkede mi yaşıyoruz? Benim yaşadığım ülkede, ekonomi hiç iyi bir durumda görünmüyor. Gelişme hızı ise çok yavaşmış gibi. Nasıl böyle bir ekonomi övülebilir anlayamıyorum? Tamam çok kötümser olmamak, ümitle bakmak gerek ama, abartılmasını da anlayamıyorum. Körü körüne iyimser olmanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Belki de bunlar gerçeklerin farklı yorumları. Fizikçi Leo Szilard arkadaşı Hans Bethe'ye, bir ‘günlük' tutmak istediğini düşündüğünden bahsetmiş bir zamanlar: “Yazdıklarımı yayınlamak niyetinde değilim. Gerçekleri sadece Tanrı'nın bilgisine sunmak için kaydedeceğim.” “Sence tanrı gerçekleri bilmiyor mu?” diye sormuş Bethe. “Evet” demiş, Szilard. “Tanrı gerçekleri biliyor, ama gerçeklerin bu yorumunu bilmiyor.”

Biz de gerçeklerin bilmediğimiz yorumlarını öğreniyoruz...

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Mayıs 2005