13 Temmuz 2007 Cuma

Neler olmuş?

Irak'taki stratejinin başarılı olacağında ısrar eden Başkan George W. Bush'a yönelik baskılar artıyor. ABD Temsilciler Meclisi Irak'tan asker çekilmesini isteyen bir tasarıyı kabul etti. Irak konusunda bazı Cumhuriyetçi Partili senatörler de Demokratlara destek veriyor.




Uluslararası Enerji Ajansı, gelecek yıl küresel petrol talebinin daha da artacacağını öngörürken, petrol fiyatları tırmanmaya devam ediyor. Brent türü ham petrolün varil fiyatı 78 doları geçti.





Pakistan'daki Lal Medresesi'nde 84 kişinin ölümüyle sonuçlanan baskın, İslamabad'da cuma namazının ardından protesto edildi. Göstericiler 'Katil Müşerref' diye slogan atarken, Devlet Başkanı radikalizme savaş açtıklarını söylüyor.




KESK üyeleri, yüzde 3'lük zammı protesto ederek Ankara'da bordro yakma eylemi yaptı. En düşük memur maaşının bin 100 YTL olmasını isteyen KESK Başkanı İsmail Hakkı Tombul, hükümetin ekonomik icraatlarının kuşkulu olduğunu söyledi.

8 Temmuz 2007 Pazar

Neler olmuş?


Başta Bodrum, Manavgat ve İzmir'de olmak üzere Türkiye'nin güney ve batısında hafta sonu çıkan orman yangınlarında yüzlerce hektarlık orman alanı tahrip oldu.
Dahası
'İzmir'deki orman yangını büyüyor'


Irak'ta Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Tuzhurmatu kentinde, işgalin başından bu yana ikinci en büyük katliam gerçekleşti. Cumartesi günü düzenlenen bombalı saldırıda en az 150 kişi öldü. Yaralılardan bazıları tedavi için Ankara'ya nakledildi. Diyala, Divaniye ve Bağdat'taki saldırılarda da onlarca Iraklı yaşamını yitirdi.


Afganistan'daki NATO güçlerinin sivil katliamları sürüyor. Geçen cuma 3 ayrı bölgede 100 kişi öldürüldü. Kunar eyaletindeki hava saldırısında 10 sivil öldü. Saldırıda ölenler için düzenlenen cenaze törenine açılan ateşte ise, 30 kişi hayatını kaybetti.


Pakistan'ın başkenti İslamabad'da, Lal Medresesi'ndeki silahlı öğrencilere yönelik kuşatma bir haftayı doldurdu. Taliban yanlısı direnişçiler adına konuşan imam Gazi, şehit olmaları hâlinde İslam devriminin başlayacağını söyledi.
Dahası
'İslamabad'da gerilim sürüyor'



150'den fazla grup ve sanatçının sahneye çıktığı Live Earth konserleri sona erdi. 6 kıtada 11 merkezde düzenlenen konserlerin amacı, insanlığı tehdit eden küresel iklim değişikliğine dikkat çekmekti.
Dahası
'Live Earth tüm dünyaya seslendi'






İstanbul 2. Bölge bağımsız milletvekili adayı Baskın Oran'ın seçim kampanyası sürüyor. Aralarında Fikret Başkaya, Gürbüz Çapan, Salman Kaya, Yılmaz Odabaşı ve Doğu Ergil'in de bulunduğu 50 kişi yayınladıkları bildiriyle Baskın Oran'a destek verdi.
Dahası
'Aydınlardan Baskın Oran'a destek'



Türkiye'de "yoksulluk sınırı" bin 130 YTL'ye yükseldi. Kamu-Sen'in açıkladığı rakamlara göre Haziran ayında "açlık sınırı" ise 858 YTL 93 Yenikuruşa çıktı.
Dahası
'Yoksulluk sınırı bin 130 YTL'

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Neler olmuş?

Hrant Dink suikasti davasının haftabaşındaki ilk duruşmasında 18 sanıktan 4'ü tahliye edilirken kovuşturmanın genişletilmesi kararlaştırıldı. Dink ailesinin avukatları, asıl sorumluların da soruşturmaya dahil edilmesi ve gerçek azmettiricilerin ortaya çıkarılması gerektiğini söylüyor. Hrant Dink'in eşi Rakel Dink de, hakimlere "karanlığın üzerine cesaretle gidip aydınlatmaları" çağrısında bulundu. Bu arada Samsun'da emniyet güçlerinin O.S. ile 'hatıra' fotoğrafları çektirmelerinin, zanlıyı konuşturma amaçlı 'taktik' olduğu öne sürüldü. Duruşma 1 Ekim'e ertelendi.


İstanbul'da su kullanımında tasarrufa gidilmesi kararlaştırıldı. Buna göre aboneler su tasarrufuna yönlendirilecek. Git gide azalan İstanbul'daki barajlarda doluluk oranı Haziran'da yüzde 37.72 düzeyindeydi.




Gazze'de 4 ay önce kaçırılan BBC muhabiri Alan Johnston serbest bırakıldı. Kendisini rehin tutanları 'tehlikeli ve ne yapacakları belli olmayan' insanlar olarak tanımlayan Johnston, serbest bırakılmasında Hamas'ın etkisine dikkat çekti.




28 Haziran 2007 Perşembe

İnternet Siteleri-1

http://www.lesartsturcs.com/
Türkiye'nin sanat ve kültürün merkezi olduğunu bazen unutuyor olabiliriz.

http://www.looplabs.com/
Dj'lik yeteneğiniz olmayabilir, hatta belki hiç ilgi alanınıza da girmeyebilir. Ancak, neden denemeyesiniz ki?

http://www.pellicanohotel.com/
Galiba cenneti buldum. İtalya'da daha güzel bir otel varmıdır bilemiyorum, ama insanın herşeyi bırakıp gidesi geliyor...

http://www.mac.com/WebObjects/iCards/
Apple, Macintosh, e-kartları da farklı olacak tabi. E-kart atmak istediğiniz birileri de varsa, bu sayfaya uğramadan atmayın derim.

http://web.archive.org/
Internet'in de bir arşivi olduğunu biliyor muydunuz? Ana sayfada ki 'Waybackmachine' kutucuğuna geçmişini merak ettiğiniz site'yi girin ve 'Take me Back'... Merak ettiğiniz sitenin tüm geçmişi karşınızda.

http://www.ocean.com/
Derinliği düşünün. Özellikle içinde bulunduğumuz kış aylarında, denizi, suyu, maviyi özleyenlerin ziyaret etmekten keyf alacağını düşünüyorum.

http://logo.nino.ru/
Merak ettiğiniz veya işiniz sebebiyle ihtiyaç duyduğunuz logolar olabilir. Binlerce logoyu ücretsiz sunan bu site de benim en çok Coca-Cola logoları dikkatimi çekti. Hele Çin'deki Cola-Cola logoları bir hayli ilginç.

http://www.themichaelsmith.com/
Eğer boş vaktiniz var ise, ilginç bir şeyler arıyorsanız, Michael Smith tam size göre sayfalar hazırlamış.

http://www.mrwong.de/myhouse/index.htm/
Dünyanın en uzun sanal binası.

Netyorum / Teknoloji / Internet Siteleri-1 / Ocak 2004

26 Haziran 2007 Salı

COMPEX'i sabırsızlıkla bekleyenler 3'e ayrılır

EVET başlıktaki sloganı son zamanlarda, hemen hemen her türlü yayında görüyorsunuz. COMPEX'in yani 30. Uluslararası Bilgisayar Fuarı'nın bu sene dergilerde yer alan ilanlarından birinde kullanılan slogan. Bu sloganın altında da; sabırsızlıkla bekleyenler şöyle açıklanıyor: 1. Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunları, 2. Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunları, 3. Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunları...

Bu sloganın ne kadar da yerinde olduğunu COMPEX fuarlarını düzenleyen Rönesans Fuarcılığın Başkanı İsmet Göksel ile görüştükten sonra anladığımı söylemeliyim. COMPEX bu sene çok farklı. İsmet Göksel öylesine heyecanlı ki, bu seneki fuarda öyle güzel işler yapmışlar ki, COMPEX'i sabırsızlıkla bekleyenlerin en başında o var.

İsmet Göksel'e soruyorum, bu sene COMPEX'te neler olacak? Önceki yıllara göre nasıl farklılıklar var diye? “Bir kere en başta ana sponsor değişti” diye başlıyor anlatmaya. Fuarın ana sponsoru Hürriyet Mobil'miş. Ne yapar Hürriyet Mobil? Hürriyet Mobil, Hürriyet'in Turkcell ile birlikte hayata geçirdikleri yeni bir hizmet. Tüm haberler, köşe yazarlarının yazıları ve görüşleri GSM telefonunuza gönderiliyor. Bravo Hürriyet'e. Hem böylesine bir hizmet verdiği hem de COMPEX gibi bir organizasyona ana sponsor olduğu için. Göksel anlatmaya devam ediyor: “Lenovo'da fuarda. IBM'in kişisel bilgisayar bölümünü satın alan Çin'li grup. Türkiye'de ilk kez IBM Thinkpad'leri COMPEX'te gösterecekler” Sizi bilmem ama bu bile benim ilgimi çokça çekti... Yeni Thinkpad'lar, Thinkcenter'ler kim bilir nasıl? Lenovo, nasıl bilgisayarlar üretiyor? Ne istediğini bilen bilgisayar tutkunlarının bunu kaçıracaklarını hiç sanmıyorum. Fuarda göreceğimiz katılımcı firmaları anlatarak devam ediyor İsmet Göksel: “Toshiba var. 250 m2'lik bir ‘stand'da. Fuarın yıldızlarından birisi de fikrimce Anadolu Endüstri Grubu olacak, Samsung ile 350 m2'lik bir alanda yer alacaklar. Ülker'in teknoloji grubu, Datateknik ve Hızlı Sistem de fuarda. Sanyo, Olivetti, Sony, Escort...” tam bu sırada soruyorum, peki Apple? Türkiye'nin bilgisayar fuarında Apple yok! Cevabı aynen şöyle veriyor İsmet Göksel: “Apple yine yok! Diline sağlık. Dün akşama kadar uğraştım ve sonunda pes ettim. Niye katılamadılar biliyor musun? ‘Stand'da sergileyecekleri gösteri makinaların bedeli ne olacakmış?” Duyduğuma inanamadım. Apple, Türkiye'nin en çok katılımcıya sahip, böylesine büyük bir organizasyona, tanıtım makinası masrafını düşünerek katılamıyor. İnanılır gibi değil! Bende bir iMac bir de iBook var. Bunları fuar süresince sergilemeleri için Apple'a verebilirdim. Hatta 1985'den kalma, çalışır durumda bir de SE30'umuz da vardı ofiste... Yeter ki oraya gelenler, bunca marka, model bilgisayar arasında Apple ürünlerini de görebilsinler. Ama, maalesef Apple yok fuarda. Hem de ilköğretim okullarına kişisel bilgisayar desteği sağlayacaklarını açıkladıkları bugünlerde. Buradan Apple IMC Genel Müdürü Tansu Yeğen'e tebriklerimi sunuyorum. Tansu Bey, bir daha ki fuara, aklınızda olsun ben makinalarımı size her zaman ödünç verebilirim. İsmet Göksel anlatmaya devam ediyor: “Bu kadar çok çeşitli firmanın birarada olduğu bir fuar son yıllarda hiç olmadı. Bu anlamda ulusal ve uluslararası markalar açısından hakikaten büyük bir şov alanı haline geldi COMPEX. Bunun yanısıra, Telekom firmaları var fuarda. GSM, DECT ürünler var fuarda. Tüketici elektroniği ürünleri var, bilgisayar yan ürünleri var ve sektörün yayınları her zamanki gibi fuardalar”. Dinlerken, senelerin verdiği tecrübe ile (Bunu sanırım rahatça söyleyebilirim) COMPEX'in ne denli renkli ve farklı olacağını tahmin edebiliyorum. CocaCola'nın fuarın içerisinde kuracağı İnternet Cafe'den, Ritmix'in kuracağı dinlenme köşesine kadar, İsmet Bey anlattıkça görüntüleri gözümde canlandırabildiğim, çok renkli bir gösteri olacak gerçektende COMPEX. Bu sene COMPEX'i kaçırmamanızı, en az Sabancı Müzesinde'deki Picasso sergisi kadar, görülmesi gerektiğini söylemek istiyorum. Hatta Picasso İstanbul'u görmek için epeyce vaktiniz var. Ancak, COMPEX sadece 4 gün. Haydi, İnternet üzerinden ücretsiz davetiyenizi almaya www.compex.com.tr'ye.

İdil'e de teşekkürler!

Aktör köşemizi bu ay mutlaka okumalısınız. 17 yaşındaki İdil yazdıklarıyla sadece babasını değil, bizleri de çok duygulandırdı. Buradan da teşekkürlerimi kendisine sunuyorum. Teşekkürler İdil.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Aralık 2005

Tiyatro hayatın aynasıdır

OLİVİER Lejeune'nin yazdığı Gencay Gürün'ün Türkçe'ye çevirdiği ve üzerine bir de yönettiği, orijinal ismi “Tout Bascule” olan, ‘Tepetaklak' isimli oyununun galasındaydım. İzleyicilerden biraz bahsetmek istiyorum. Öncelikle, yaş ortalaması çok yüksekti. Genç sayılabilecek izleyici sayısı çok azdı. Bu olumsuzluğu yani, gençlerin, tiyatrodan böylesine uzak olmalarını bilmiyorum sizler nasıl yorumluyorsunuz. Çok değil daha bir kaç hafta öncesinde, gecenin geç vakti Maçka'da bir sinemaya gittiğimde, yaş ortalamasının çok düşük ve sinemanın çok ama çok kalabalık olması dikkatimi çekmişti. Yani, gençler tiyatroya rağbet etmiyorlarsa, bunun bir sebebi olmalı. Aslında sinemada gördüğüm gençler tiyatroda olsalardı, zaten çok komik olurdu. En ‘moda!' giysileri ile gelip, sanıyorum oyuna bu anlamda bir saygı göstermezlerdi. Bunun, yanlış ya da doğru olduğunu bilemiyorum. Ama düşününce, garipsemeden de edemiyorum. 50'li, 60'lı yaşlarında bir çok insan kravatları, ipek eşarpları, en şık pabuçları ile tiyatroya geliyorsa, bu onların tiyatroya veya kültüre ya da sanata verdiği önemi gösterir değil mi? Bir genç olarak hep duyduğum ‘zaman değişti, dejenere gençlik' gibi kinayeli tümceleri hatırladım hayatın aynasını seyrederken o gece. Sanıyorum, biz gençler bazı şeylerin değerini anlamakta biraz genç(!) kalıyoruz.

Hep anlatılan, Beyoğlu'na kravat takılarak, en güzel giysiler giyilerek gidilirmiş, zamanları aklıma geldi, izleyicileri incelerken. Tabi burada istisnaların olduğunu da belirtmeliyim. Az da olsa yaşça genç izleyicilerde vardı salonda. Ne diyordum, Beyoğlu'na çıkmanın, önemli ve titiz bir hazırlıkla gerçekleştirildiği günler... Ben hiç göremedim o günleri. Kibar ve nazik İstanbul Beyefendilerinin yaşadığı dönemleri. Acaba nasıldı? Bu türden tuhaf tuhaf şeyler düşünürken, bir yandan da oyunu izliyordum. Metin Serezli ve Nilgün Belgün'ün muhteşem oynadığı, izleyenleri gülmekten kırıp geçiren sahneleri. Hele Nilgün Belgün'ün ‘Rap' yaptığı bir sahne vardı ki... Mutlaka görülmesi gerek. Volkan Severcan, Şebnem Özinal, Argun Kınal, Levent Ulukut ve Simge Selçuk gibi isimlerin de son derece başarılı oyunları ile birlikte gece göz açıp kapayana kadar sona erdi. Tepetaklak isimli oyunu mutlaka izlemenizi öneririm. Şanslıysanız, bir çok İstanbul Beyefendisi ile beraber de izleyebilirsiniz. Benim gibi. Akbulut ailesine de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Böyle güzel bir geceye davet ettikleri için.

Ben dememiş miydim..!

Daha bir önceki sayımızda korsan yazılım ile ilgili düşüncelerimi yazmıştım. Daha doğrusu bir teorimi sizlerle paylaşmıştım. Ve bu ay da bir anket tarafıma ulaştı ki... BSA (Business Software Alliance) toplum bilinci açısından bir araştırma yapmış ve ülkemizde korsan yazılım ile çalıntı arasında bir fark olmadığını yüksek eğitimlilerin dahi bilmediği sonucuna varmış. Bu sonuca varmak için özel bir anket yapmaya pek gerek yokmuş gibi geldi ama yine de yapmışlar. Anketin en ilgi çekici yanlarından biri ve benim teorimi bir nebze daha gerçeğe yaklaştıran sonucu ise, ankete katılan öğrencilerin %88'inin korsan yazılım kullandıklarını belirtmesi. Geçen sayı okumadığınızı tahmin ediyorum ve bu yüzden teorimi tekrarlıyorum: Gençler, heves edip bilgisayar sahibi olan yetişkinlere yardımcı oluyor ve bu sebeple yetişkinlerin heves ettiklerini yapabilmeleri için, onların bilgisayarlarına kendi yazılımlarını çoğaltarak yüklüyorlar. Ayrıca gençler, birden fazla yetişkine bu konuda yardım ediyorlar. Her yetişkine ayrı bir orijinal yazılım satın alacak paraları da olmadığına göre, sonuç devamlı artacak lisanssız yazılımlar ya da bir başka deyişle çalıntı, korsan yazılımlar. Ve bu noktada kopya yazılım kullanmanın, satmak kadar büyük bir suç olduğunu söyleyen BSA'ya katılmıyorum. Sadece, bu konuda insanlarımızın daha fazla eğitilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunun haricinde, tarafıma ulaşan anket ile ilgili iki enteresan sonucu daha sizlere aktarmak istiyorum; aylık geliri 2 milyar Lira ve üstü olan anket katılımcılarının % 33'ü ve lisans üstü eğitim almış olan anket katılımcılarının da %77'si orijinal yazılım kullanmadıklarını belirtmiş. Eh, ne diyelim ki? Önce, eğitimlilerin eğitilmesi gerekiyor demek ki.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Kasım 2005

Gündemimiz hakkında...

NEYİN gündemi? Tabi ki ülkemizin gündemi. Her geçen gün değişen. Aylık yayın olmanın güçlüğü de, günlük basında ki saygıdeğer büyüklerimiz gibi, her konuda zamanın da fikirlerimizi yazamıyor olmamız. Oysa, büyüklerimiz ne de güzel(!) anlatıyorlar fikirlerini. Ben çok özeniyorum onlara. Gündem hakkında hiç vakit kaybetmeden fikirlerini paylaşıyorlar bizlerle. Mesela, son dönemdeki en önemli meselemiz olan Gamze Özçelik, Hülya Avşar'ın boşanması, AB meseleleri, Galatasaray'ın Norveçli (İsmini şu an hatırlayamıyorum, Trömsö olabilir) bir takıma elenmesi... Ben bu önemli konuların(!) hiç biri hakkında fikirlerimi anlatamadım. Şimdi yazmaya kalkışsam, zaten kimsenin de ilgisini çekmez sanıyorum. Çünkü, zamanlama kötü. Geç kaldık. Gündem değişti.

CeBIT Bilişim izlenimlerimi bile sizlerle paylaşmanın yerinde ve zamanında olup olmayacağına karar vermekte zorlandım. Fakat, fuar izlenimlerimi kısaca sizlerle paylaşmaya karar verdim sonunda.

CeBIT Bilişim'05, kendini yenilemiş ve son yıllarda gördüğüm en düzenli fuar olmuş. Geçmiş senelerdeki gibi ilgili-ilgisiz insanların, müzik kirliliğinin, yer yer sahne gösterilerinin olduğu bir panayırdan çok, daha derli toplu ve düzenli bir organizasyon görüntüsüne bürünmüş. İş dünyası adı verilen salonların; herkesin gezebildiği salonlardan ayrılması, fuara bir kurumsallık havası vermişse de, bu salonlara girebilmek için zorunlu kayıt yapılması, ziyaretçilere fenalık geçirtirecek gibiydi. Biz elimizi kolumuzu sallayarak o kayıt yaptıran insanların yanından geçerken, yüzlerindeki o sıkıtılı ifadeyi görmek üzücüydü. Aslında bu kayıt meselesinin çok mantıklı bulduğumu söyleyemem. Çünkü, herkes kayıt yaptırıp içeri girebiliyordu. Madem herkes girebilecek, neden kayıt yapılıyor ki? İnsanlardan zoraki bilgi almanın, maksadı ne olursa olsun, yanlış olduğunu düşünüyorum. Birde Basın odasına değinmeden geçemeyeceğim. Fuar ne kadar düzenli ise, basın odası da o denli karışıktı. İlk girdiğimde, iki tane dünya güzeli çocuk top oynuyordu. Basın ile ilgili olup olmadığını bilmediğim ve tahminimce, hiçbir alakası olmayan insanlar vardı odada. Basın için yapılmış masalarda, tepeleme dolu kül tablaları, içilen içeceklerin boş bardakları kol geziyordu. Birde şu dikkatimi çekti: Interpro artık ne yayınlasa para ile satıyor. Fuar katılımcılarının bir listesini isterseniz, belli bir miktar ödemeniz gerekli. Bilişim 500 listesine ulaşmak isterseniz onu da satın almanız gerekiyor. Tabi ki emeğe saygı göstermek gerekli ama, bu tip bilgilerin paylaşımının, gelecek gelirden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm bunların yanısıra, açılışa katılan Başbakanımızı da kutlamak istiyorum. Orada olması, son derece olumlu ve güzeldi.

Bu tip etkinliklerde, devlet büyüklerimizi, iş dünyasının önde gelen simalarını görmek her zaman keyif veriyor. Bu konuda en unutamadığım anı ise, rahmetli Sakıp Sabancı'nın, COMPEX'te, kafasına bir beysbol şapkası takarak, arkasında korumalar ile bisiklete binmesidir. Tüm televizyonlarda, gazetelerde yer almıştı, sizde anımsıyorsunuzdur belki rahmetlinin fuarda yaptıklarını. Tabi bu tip katılımlar, bir açıdan fuarın tanıtımına da yardımcı oluyor. Daha çok insanın, fuardan haberdar olmasını sağlayan önemli bir katkı. Bu tür katkıların devamını, gerek devlet büyüklerinden, gerekse iş dünyasının önde gelenlerinden bekliyoruz. Onların orada geçirdikleri kısa süre, gazetelerde, televizyonlarda yer alarak, tanıtıma büyük katkı sağlıyor.

“Eğitim şart”

Kadir Has Üniversitesi'ndeyiz. Dergimizin de basın sponsorluğunu üstlendiği organizasyonda, TESİD (Türk Elektronik Sanayicileri Derneği)'in gelenekselleşen ‘Elektronikte Yenilikçilik Yaratıcılık Ödülleri' sahiplerini buluyor. Kahve arası veriliyor ve TÜTED (Tüm Telekomünikasyon İş Adamları Derneği) Başkanı Murat Dikici, reklam müdürümüz ve ben sohbet ediyoruz. Ülkemizdeki bilgisayar kullanımı, düzenlenen kampanyalar hakkında bir konuşma geçiyor ve reklam müdürümüz, kampanyaların biraz da eğitim üzerinde durması gerektiğini, öğretmenler için düzenlenen bir kampanyayı örnek vererek bize anlatıyor. Öğretmen alıyor bilgisayarı, kullanmayı bilmiyor... Bu gerçi her alanda yaşanıyor. (Bknz. Syf. 36 Saydam) Bunları dinlerken, aklımdan şunlar geçti: Biz bu tip eğitimlere önem vermemekle, kopya yazılımın, lisanssız yazılımın önünü açıyoruz. Çünkü, heves edip bilgisayar edinen ve sonra kullanamayan kitle, o bilgisayarda mesela yazı yazmak istiyor. Ne yapmalı? Bir Microsoft Office seti edinmeli. Peki nasıl? Gidip satın alacağını biliyor mu? Söylüyor yakınındaki bilgisayar uzmanı gence. Uzman da, gelip bir güzel yüklüyor bilgisayara kendisine anlatılanlara istinaden işi görecek programları. Ve genç bunu sadece bir kişi için yapmıyor. En azından iki üç kişinin daha bilgisayar kullanma danışmanlığını yapıyor çünkü. Dolayısıyla, elindeki bir programı, danışmanlık verdiği herkes ile paylaşıyor. Bu konu hakkında biraz düşünülmesi, üzerinde durulması gerektiği kesin. Komik buluyorum bu tümceyi ama, kullanmanın vaktidir; ‘Eğitim Şart'.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ekim 2005

“Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin”

ALİ ATIF BİR'in 28 Ağustos'ta Hürriyet gazetesinde yayınladığı Steve Jobs hakkındaki yazısını okudunuz mu? Steve Jobs kim diyenler olabilir, o yüzden hemen açıklayayım; Apple (Macintosh), iPod gibi, harika ürünlerin yaratıcısı. Şu an itibarı ile Apple ve Pixar stüdyoları CEO'su. Hemen Pixar'dan da biraz bahsedeyim. Dünyanın ilk animasyon filmlerinden biri ‘Toy Story'inin yaratıldığı, dünyadaki en başarılı animasyon stüdyolarından biri. Atıf Hoca'nın yazısındaki en büyük eksik, ya da yanlış şu ki, Macintosh'un yazımı yazı boyunca farklı şekillerde. Ve de yanlış. Steve Jobs'u anlatırken; en büyük başarısının ismi, ‘Macintoch ya da Macintosch' diye geçiyor. Aslında niyetim, Atıf Hoca'nın yazısını eleştirmek ya da yazı hakkında konuşmak değil. Bu yazıyı okuduğumda; Steve Jobs'un 12 Haziran 2005'te Stanford üniversitesi mezunları için yaptığı konuşma, e-posta olarak tarafıma ulaşmıştı ve yazıyı okur okumaz, bu konuşmayı anımsadım. Atıf Hoca'ya konuşmanın tamamını yolladım. Fakat, burada sadece son bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Üç hikayeden oluşan Steve Jobs'un konuşmasının son hikayesini, sizler de beğenirsiniz umarım.

“On yedi yaşındayken, şöyle bir şeyler okumuştum: “Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.” Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” Uzun süre ard arda, “Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım. İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları, tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan. Bence, insanın öleceğini bilmesi, kaybedecek bir şeyleri olduğu düşüncesini göz ardı etmesinin en iyi yoludur. Zaten savunmasızsınız. Yüreğinizin sesini dinlemememiz için hiçbir neden yok. Bir yıl kadar önce kanser teşhisiyle hastaneye yattım. Sabahın 07:30'unda sonografi çektirdim ve pankreasımda bir tümör olduğu ortaya çıktı. Pankreasın ne işe yaradığını bile bilmiyordum. Doktorlar bana bu kanser türünün tedavisinin pek mümkün olmadığını ve altı aylık ömrüm kalmış olabileceğini söylediler. Doktorum bana, eve gidip eşyalarımı toparlamamı önerdi. Doktorların, ‘ölüme hazırlan' anlamında kullandıkları şifreydi bu. Yani önümüzdeki 10 yıl boyunca çocuklarıma anlatmayı düşündüklerimi, birkaç ay içinde söylemeye çalışmalıydım. Yani ailem ileride güçlük çekmesin diye, işleri yoluna koymalıydım. Yani herkesle vedalaşmalıydım. Bütün gün bu düşünce aklımdan bir an olsun çıkmadı. Akşama doğru biyopsi yapmaya karar verdiler, endoskopi borusunu boğazımdan aşağı salıp, mideme ve bağırsaklarıma kadar uzattılar, pankreasıma bir iğne batırıp, tümörden hücre örnekleri aldılar. Ben anestezinin etkisindeydim, ama eşim yanımdaydı ve bana, hücreleri mikroskop altında inceleyen doktorların sevinçten ağlamaya başladıklarını söyledi. Meğer pankreasımdaki tümör çok ender rastlanılan bir kanser türüymüş ve ameliyatla tedavisi mümkünmüş. Ameliyat oldum ve şimdi iyiyim. Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha ölüme bu denli yaklaşmam. Başımdan böyle bir olay geçtiği için, artık ölümün, gerekli ve yalnızca zihinsel bir olgu olduğunu düşünmüyorum: Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin eninde sonunda başına gelecektir. Şimdiye dek hiç kimse bundan kurtulmayı başaramadı. Öyle de olmak zorunda zaten, çünkü; ölüm hiç kuşkusuz, Hayat'taki en önemli buluş. Hayat'ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu. Zamanınız sınırlı, bu yüzden onu bir başkasının hayatını yaşayarak harcamayın. Dogmanın esiri olmayın -yani başkalarının kararları doğrultusunda yaşamayın. Başkalarının düşüncelerinin iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin. Ve her şeyden önemlisi, yüreğinizin ve sezgilerinizin sizi götürdüğü yere gidin. Sadece onlar sizin gerçekte ne yapmak istediğinizi bilirler. Geri kalan her şey önemsizdir. Gençliğimde, bizim neslin kutsal kitaplarından biri sayılan Bütün Dünya Ansiklopedisi adında inanılmaz bir kitap vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından kaleme alınmıştı, yazar kitaba şiirsel bir dokunuş kazandırmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960'lardan kalma, masaüstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu ansiklopedi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, kitap formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu. Stewart ve ekibi Bütün Dünya Ansiklopedisinin birkaç baskısını yayımladılar ve kitap miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970'lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri. Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin (Stay hungry, stay foolish)”.

Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. ‘Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin'. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, yeni mezun olan sizler için de aynı dilekte bulunuyorum: Açlığınız dinmesin, akılsızlığınız bitmesin!

İçinde yaşadığınız yalnızca TEK bir an vardır... O da ŞİMDİ. Bu yüzden onu 100% yaşayın!”

Yorum sizin…

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Eylül 2005

e-devlet'e gideriken

GEÇENLERDE bir istatistik bilgi ile alakalı DİE'nin İnternet sitesini ziyaret ettim. E-imza, e-devlet gibi kavramlar hayatımıza giriyor, ancak bizim kamu kurum ve kuruluşlarının İnternet siteleri, nedense vahim durumda. Kimse söylemiyor mu? Haber vermiyor mu? Bunlar nasıl siteler? Nasıl işlevsizliklerle dolular? Nasıl... Nasıl...?

Topyekün kapatsalar, yayınlamasalar daha iyi belki de. Bugün en amatör kişilerin bile kolaylıkla yapabileceği sitelere sahipler. Aslında, düşünce yapısını da belli ediyor bu siteler. Bir taraftan e-devlet diyenler, kendi bakanlıklarının, kurumlarının elektronik ortamdaki hallerine hiç özen göstermiyorlar. Nasıl bir tezat bu? Devlet kurumlarının, siyasi partilerin, İnternet'teki yüzlerine lütfen 10-15 dakikanızı ayırıp bakar mısınız? İstisnalar olduğunu varsayıyorum. (Çünkü, her birine bakabilecek vakit bulamadım) Ancak, genellikle çok kötü tasarlanmış, etkileşimin çok az ya da hiç olmadığı, uyumsuzluklarla dolu, garip motiflere yer verilmiş siteler mevcut. Bu konuda birilerinin birşeyler yapması gerektiği aşikar. Hele hele, e-imza çalışmalarının tamamlandığı, SSK bildirgelerinin ve vergilerin elektronik ortamda yapılabilmesine olanak sağlanacağı, kısaca İnternet'i verimli kullanmaya başlayacağımız şu günlerde; böylesine amatör, böylesine laf olsun diye yapılan siteler görmek, o sitelerde bir şeyler araştırmaya çabalamak insanı kara kara düşündürüyor.

Tekrar yazımın başında belirttiğim DİE'deki araştırmama dönerek, merakımı celbeden konunun istatistiklerini, DİE'nin İnternet'teki yüzünde ararken, öncelikle çok zorlandığımı belirtmek isterim. Tam konuyu bulduğumu sanıp, sevinmişken, bu sefer de rakamları öğrenebilmek için sadece e-posta yollayabildiğimi anladım. Yani, işlemi şu şekilde gerçekleştiriyorsunuz: Öncelikle aradığınız konu başlığını sitede bulacaksınız. Daha sonra, konu ile ilgili DİE'nin genel e-posta adresine bir ileti yazacaksınız. Hemen ertesi gün, size DİE'den söyle bir cevap gelecek, istediğiniz bilgiler ücretlidir. Şu banka hesabına yatırın, sonra bilgileri yollayalım diyecekler…
İşte, gerçek bir ‘eh be-devlet' uygulaması. Tamam, itirazımız olamaz, istenilen miktar da önemli değil, fakat, bunu İnternet'ten halledebilsek ya! Yani oraya, o sayfalara dileyenin kullanımına amade bir ödeme sistemi koysanız, biz de hayret ederek, gülümseyerek ama anında ve gerçek zamanlı şipşak hallediversek işimizi. Tamam, İnternet bankacılığı diye birşey var, oradan havaleyi yapabiliriz ama yine de bilgi bize, bir gün sonra ulaşmakta. Hele hafta sonuna denk gelirsek, acil ihtiyacımız olan ve bedelini de ödediğimiz bilgi, üç gün sonra bir ara bize ulaşabilir. Sizde, beklersiniz, e-devlet olacağız diye… Aslında benim fikrimce; önce e-millet olmalı, sonra e-devlet. E-devlet, insanın içinde olacak bir kere!

NCR kabare oyuncularına teşekkürler

Temmuz ayı içerisinde, dergimizde hemen köşe komşum olan, ‘Aktör' isimli köşemizin yazarı Numan Aydınoğlu'nun daveti ile Boğaziçi Üniversitesi Prof.Dr. Demir Demirgil Salonunda, NCR Kabare oyuncularının hazırladığı ve oynadığı Çehov'un Vanya Dayı isimli oyununu seyrettim. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; şirketçe böyle bir etkinliğin gerçekleştirilmesini öğrenmek, beni çok etkiledi. Bildiğim en belirgin şirket etkinlikleri; halı sahada top oynamak ya da bowling turnuvası gibi şeyler. Ancak, NCR çalışanları, şirket etkinliği olarak, tiyatro oyunu sahneye koymuşlar. Ve bir tiyatro eleştirmeni olarak değil tabi ama, sade bir izleyici olarak bu oyunun şehir tiyatrolarında dahi oynanmasının doğru olacağını ve izleyenlerin çok beğeneceğini, bizlerin o gün yaptığı gibi NCR kabare oyuncularını ayakta alkışlayacaklarını düşünerek ayrıldım salondan. Buradan davetleri için kendilerine tekrar teşekkür ediyor ve böylesine başarılı bir şekilde oyunu sahneledikleri için tüm ekibi tebrik ediyorum.

"Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit... Teatral olmamaktır esas olan..."
A. Pavloviç Çehov

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ağustos 2005

Neler oluyor?

AFRİKA'da yaşanan açlık ve fakirlikle mücadele için dünya genelinde 10 kentte düzenlenen ‘Live 8' isimli konserleri, dünyanın en büyük konser zincirini izleyebilmişsinizdir umarım. Bunu kaçırmış olabileceğinize ihtimal vermiyorum doğrusu. Dünyada 160'dan fazla ülkede, televizyondan canlı yayınlanan konserlerin, dünya nüfusunun yüzde 85'ine ulaşmış olduğu açıklandı. Yani mutlaka sizler de izlemişsinizdir. Konserler esnasında gösterilen Afrika görüntüleri, sizinde zihninizde yer etmiştir.

G8 ülkelerine, yoksulluğun tarihe gömülmesi çağrısı yapan, yıldız ve zengin sanatçılar, ünlü ve zengin insanlar, devlet başkanları, üst düzey yetkililer bize sorunu gösterdiler ve yaşattılar. Aynı, 20 yıl önce düzenlenen ‘Live Aid' konserine benzer şekilde. Bill Gates'in konserde sürpriz bir şekilde sahneye çıkıp, “Eğer insanlara sorunu ve çözümleri gösterirseniz, harekete geçmek isteyeceklerdir.” Demesi de, gerçekten anlamlıydı. Sorunu gördük. Çözümleri ise, bulacağız ve katkıda bulunabilmek için harekete geçeceğiz. Bunu ümit ediyorum.

Konser sırasında, Afrika'dan, insanın yüreğini burkan görüntülerin gösterildiğini, bu görüntülerin, izleyenlerinin zihninden epeyce silinemeyeceğini belirtmiştim. Bahsettiğim bu görüntüler içerisinde, bir tanesi var dı ki; HIV virüsü taşıyan bir aile. Hatta bir köy. Daha çok küçük yaşlarda, büyük ihtimal ile o köyden hiç çıkamayarak, ebeveynlerinin de gömüldüğü 30-40 metre ilerdeki mezarlıkta, hayatlarını sonlandıracak çocuklar... Terk edilmişler ve birkaç tane virane yapıda, ölmeyi bekliyorlar. Doğar doğmaz, ölüm var Afrika'da. Yaşamak, ölmekten çok daha zor. Bence bunları bir düşünün. Dünyanın küreselleşmesinden bahsettiğimiz bir çağda, zor durumda olan kardeşlerimize yardımcı olmalıyız. Bunu düşünmeniz, hatta sadece aklınıza getirmeniz bile faydalı olacaktır.

Dünyada böyle bir etkinlik, ses getirirken bizde ise, Telekom'un özelleşmesi konuşuluyordu. Bu konuda açıklamalar, devlet erkanından, çeşitli üst düzey yöneticiler tarafından yapılıyordu. Kimi bunun iyi olduğunu, kimi de kötü olduğunu söylüyordu. Bu konuda şunu düşünüyorum: Amacımız; sektör özelleşsin, tekel zihniyetten kurtulsun, sektörün hacmi artsın, telefon bağlamaya bile gelindiğinde, iki kabloyu kapımızın önünde bırakmasınlar. Hızlı, düzgün ve müşterilerine önem veren bir Türk Telekom olsun mu istiyoruz? Öyle olacaksa özelleşsin. Satışın, fiyatın, üzerinde durmadan, bunu istiyorum ben. Yok, amaç sadece paraysa, o zaman biz birşey özelleştirmiyoruz gibi geliyor. Sadece, bir şeyi satıyoruz. Yani, özelleşme ve satış farklı şeyler değil mi? Biz özelleştiriyor muyuz? Yoksa, satıyor muyuz? Eğer satıyorsak, nasıl bir satış bu? Yani, gelecekte olacakları planlamadan, direkt en yüksek fiyata veriyor muyuz? Ya da bir plan dahilinde mi bu satışı gerçekleştiriyoruz? Bilemiyorum. Hepsinin yanıtlarını göreceğiz. İhaleyle ilgili karar, çeşitli incelemelerden geçtikten sonra kesinleşeceğine göre, gelişmeleri takip edeceğiz ve göreceğiz neler olacağını.

Geçenlerde bu konuyla alakalı olarak Başbakanımızın yaptığı bir açıklamayı da gerçekten gülümseyerek okudum.

Türk Telekom'un özelleşmesiyle ilgili tepki gösterenler için, Sayın Başbakanımız; Türk Telekom çalışanlarının sokağa atılmayacağını belirterek, “Ancak, yan gelip yatmayacaklar da. Olay bu kadar basit” diye bir açıklama yapmış. Yorumu sizlere bırakıyorum. Ancak, kimin söylediğini hatırlayamadığım ‘Devlet yönetmek, aile yönetmekten pek farklı değildir' diye bir söz aklıma geliyor. Şu anki mevcut hükümetimiz zamanında, bu söz nedense çok sık aklıma geliyor.

Son olarak, ‘Live 8' konserleri sırasında, sahneye çıkan Nelson Mandela'nın şu söylediklerini hatırlatmak istiyorum; “Liderlerden söz vermelerini değil, harekete geçmelerini istiyorum. Yoksulluğu gidermek, sadaka vermek demek değildir. Bu, sağduyudur. Yoksulluğun olduğu burada, özgürlük yok” diyerek, G8 Ülkelerinin liderlerine seslendi Nelson Mandela. Bu çağrının, duyulmasını ve bu konuda bir şeyler yapılmasını gönülden destekliyorum. Ülkemizden birilerinin de, özellikle devlet kademelerinden birilerinin, ‘Live 8' konserleriyle ilgili açıklamalar yaptığını duymayı çok isterdim. Şimdilik bir açıklama duymuş, okumuş, görmüş değilim. Umarım en kısa zamanda, birileri herhangi bir açıklama yapar ve dünyada yaşanılanlara bir tepki gösterir.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Temmuz 2005

Neyin iyi, neyin kötü olduğunu biliriz de…

BİLEMEDİĞİMİZ çok şey var. Evren hakkında, dünyamız hakkında ya da insan yapısı hakkında. Süper novalar, kuyruklu yıldızlar, bulutsular, galaksiler, galaksimiz ya da beyin. Bilemediğimiz şeyler o kadar çok ki. Yüzyıllardır, bir çok önde gelen bilim adamı, mucit, bilge, filozof, bu tür sorulara net cevaplar verememiş. Bilinmeyenler ile ilgili verdikleri cevaplar ise, kesin sonuçlar elde etmemizi sağlayacak gibi değil.

Ancak, öbür taraftan, bildiğimiz de ne çok şey var. Şöyle bir düşündüğünüzde, bir çok alanda insanoğlunun ne büyük keşiflerde bulunduğu ortada. Ne çok şey öğrendiği, bildiği tartışılmaz. Ancak, ne var ki, bu iki düşünceyi karşılaştırmak zor. Sizce bildiklerimiz mi çok? Bilmediklerimiz mi?

Öğrenmeye çalışıyoruz, keşfetmeye devam ediyoruz. Hemen, hemen her gün yeni icatlar, yeni bilgiler ile karşılaşıyoruz. Her alanda, her yaşta bunu gerçekleştiriyoruz. Hatta buna o denli alıştık ki, bazı gelişmeler artık şaşırtmıyor bizi.

Artık, çok gelişmiş özelliklere sahip, bizi hayrete düşürecek cihazları hararetle bekliyoruz. Hatta özellikten çok tasarım bizi etkiliyor gibi. Zaten özellikleri de tam anlamıyla pek kullandığımız yok. Çoğumuz için mobil telefon hala, sadece ‘Alo' demek için. Ama içerdiği özellikler; günlük konuşmalarımızda bahsettiğimiz hatta telefonumuzda mevcut olduğu için öğündüğümüz, ama kesinlikle kullanmadığımız şeyler. Aslında kullanmak da pek kolay değil. Bir kere yavaş. Mesela, GSM telefonumuzdan e-postalarımızı kontrol edebiliyoruz. Fakat bu, uzun süren bir işlem. Size gelen ekleri de göremiyorsunuz. Bilgisayarların bile bugüne gelmesi, hayli vakit aldı. Şimdilerde kullandığımız bilgisayarlar, kaç senelik tecrübenin, bilgi birikiminin sonuçları. Son geliştirilen teknolojilerden biri olarak kullanacağımız BlackBerry'nin bu sorunu çözecek gibi görünüyor olmasına rağmen, bilgisayarlarımız yine olacak. Bir kere, gelen bilgileri saklama ihtiyacımız var. Hiç kullanmasak bile, bize gelen ya da yolladığımız, her şeyin kayıt altında olmasını istiyoruz. E-posta kutunuzda, binlerce e-posta neden duruyor ki? Senelerdir, e-postalarımızı yedekliyoruz? Neden bunu yapıyoruz?

İlerleyen zaman içerisinde, hatta günümüzde bile mobil telefonumuzun, bilgisayarımızdan bağımsız olması hiç de gerçekçi bir düşünce değil. Tabi ki uygulamalar daha da gelişecek. Günümüzde satın aldığımız hemen hemen her mobil ürün, içerisinde bilgisayarımız ile haberleşmeyi sağlayan yazılım ve donanımlarla birlikte geliyor. Ev telefonlarımız bile artık bilgisayarlarımızla bütünleşmeye başladı. Tüm veri tabanımız bilgisayarımızda, ev ve mobil telefonumuzda. Fakat buradaki problem de, teknolojik gelişmeyle eş zamanlı olmakta. Bilgisayarımızdaki bilgilerimizin, mobil cihazlarımız ile eşleşmesi, bazen problem yaratıyor. Bu yüzdendir ki, her birine sahip olmamıza rağmen, yine de bir kağıttan yapılma ajanda kullanıyoruz. Yine de yazmaya, elimiz ile kalemle yazmaya ihtiyaç duyuyoruz. ‘Söz uçar yazı kalır' deyimi yerini artık, ‘virüs bulaşır, yazı kalır', ‘eşleşme problemi olabilir, yazı kalır', ‘yazım editörünüz çöker, yazı kalır' gibi sözlere bırakmış gibi.

Haberleşme sektöründen bahsetmişken; geride bıraktığımız Mayıs ayı içerisinde düzenlenen, Telekom sektörünün, kendi görsel gösterisini yapmasını beklediğim, ancak çok da hayal edildiği gibi olmayan Telecom Eurasia'05'den bahsetmek istiyorum. Öncelikle, bu fuarın sektörümüz için çok önemli olduğuna inanıyorum. Zaman içerisinde, katılımın artması, sektörümüzün daha hızlı ilerlemesi ile, ülkemizdeki konusunda tek ve genelde sayılı fuarlardan biri olacağını düşünüyorum. Geride bıraktığımız zaman içerisinde, sektörümüzdeki en büyük eksiklik, her şeyin yavaş ilerliyor olması. Bunu, Telecom Eurasia'da da gözlemledik. Sektör genel olarak aslında o denli yavaş ilerliyor ki, böyle bir fuarı bundan 6 ay önce yapsak, yine göreceğimiz teknolojiler, ürünler üç aşağı, beş yukarı aynı olurdu.

Ancak, bu durumun fark edildiğini ve giderek bu konuda çalışmaların da hızlandığını düşünüyorum. Yapılan açıklamalar bile, hep bu doğrultuda. Hızlanacağımız kesin. Temkinli olmayı elden bırakmadan, hızlı adımlarla ilerleyeceğiz. Yeni UMTH operatörlerimizin de bu konuda etkili ve ellerinden gelen gayreti gösterdiklerini, onların çok önemli bir itici güç olduğundan da eminim.

Aslında genel olarak her sektörde olduğu gibi, bizim sektörümüzde de bir takım problemler var. Ama bu problemler lokomotif sektörde ortaya çıkınca, insanların gözüne daha çok batıyor. Bu da çok doğal sanırım. Çünkü, yeni yeni ilerliyor, tecrübe kazanıyoruz. Hiç bir zaman olmadığım kadar, sektörümüzde yaşananlardan ve düzenleyici çerçeveden, geleceğe yönelik çok ümitliyim. Güzel günler, gelişmeler göreceğiz.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Haziran 2005

Vergiler ve ölüm (Sürüm 2.0)

108.ci sayımızda yani, 8 ay önceki köşemde ‘Vergiler ve ölüm' ile ilgili bir yazı yazmıştım. Yani bu başlığı ikinci kez kullanıyorum. Sanıyorum, bundan sonra da çok kullanacağım. Ülkemizdeki vergi oranlarından, özellikle, tüm telekomünikasyon hizmetlerinden alınan vergilerden dolayı, duyduğum kaygıları, bu vergilerin, sektörümüze getirdiği ağır yükü ve bu vergilerdeki yüksek oranları gereksiz gördüğümü; velhasıl, bu konu hakkında sizler ile aynı olduğunu düşündüğüm fikirlerimi yazdığım yazıların, bundan böyle başlıkları belli ‘Vergiler ve ölüm'. Tabi, neden yazdığımı da bilmiyorum. Çünkü, değişen bir şey olmayacağını bilerek yazıyorum. Zaten kim ya da kimler yazarsa yazsın, birşey değişmiyor. Hatta tam tersi oluyor. Vergi yükünün adil olmaması, tüm yükün tüketicinin üzerinde olmasının en büyük problemlerimizden biri olduğu gerçeğini anlamayan kaldı mı?

Eski bir Nasrettin Hoca hikayesine benzetiyorum bunu. Hani bir zürafa hediye etmiş Kral, köylülere teşekkür etmek için. Fakat, bir süre geçtikten sonra herkes şikayetçi, zürafanın kendilerine getirdiği külfete katlanamaz. Hocaya, bu durumu sadece onun düzeltebileceğini, kendilerinin de hocanın arkasında bulunduğunu söyleyen cemaat, Kral'dan, zürafayı geri almasını istemek üzere düşmüş Hoca'nın ardından yola. Tam Kralın karşısına geçince, Hoca bir de bakmış, arkasında kimse kalmamış. Kralın karşısında tek başına. O da Kral'a, “Kralım, köylü çok memnun zürafadan, bir tane de eş istiyorlar yanına” demiş ve bir zürafa daha alarak dönmüş köye. (Hikaye, yöreye göre farklı da anlatılır. Kahramanlar değişebilir. Benim hatırlayabildiğim sürümü böyle)

Bizim yazdıklarımız da bu hikayeyi andırıyor. Yazıyoruz, söylüyoruz. Düşmesi, hatta kaldırılması gerektiğini belirtiyoruz ama yazılanlar ve söylenenler nasıl anlaşılıyorsa ya da nasıl anlatılıyorsa, vergiler tam tersine artarak bize geri dönüyor.

Son olarak artan ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) ile cepler boşalmaya devam edecek. Hatta lüks tüketim sayılan ürünler bile, durumun vahim olduğunu işaret ediyor. Ülkemizde deodorant kullanmak lüks, GSM telefon kullanmak lüks, araba sahibi olmak lüks. Ülkenin üçte birinin, yarısının bazen de tamamının kullandığı bir çok ürün lüks.

Anlayamadığım; tüm bunlara rağmen, Oracle'ın platin sponsor olarak en büyük desteği verdiği, ‘2005 WCO (World Customs Organization – Dünya Gümrük Organizasyoru) BT Konferansı ve Sergisi'nin açılışında dinlediğim Dış Ticaret Bakanımız Kürşat Tüzmen, 2002 yılında 87 milyar Dolar olan ihracatımızın, 2004 senesinde 160 milyar Dolar'a çıktığını söylüyor. AB Komisyonu, yayınladığı ‘İlkbahar 2005 Ekonomik Tahminler Raporu'nda ekonomimizi övüyor, özel tüketim ve yatırım alanlarında da hızlı bir artış olduğu, üretim artışının ise %6'dan %9'a yükseldiği belirtiliyor. İnanır mısınız? Aynı raporda komisyonun 2005-2006 için tahminleride bir hayli ilgi çekici. Komisyon, 2005'te sabit fiyatlarla, GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla) oranının %5, 2006'da ise %5.1 artacağını öngörmüş. Enflasyon oranının düşmeye devam edeceği(!), istihdamın ise artacağı raporda ayrıca belirtilmiş.

Anlayacağımız o ki, raporlara ve politikacılarımıza göre, her şey güllük gülistanlık. Peki, herşey iyiye gidiyor da, biz farklı bir ülkede mi yaşıyoruz? Benim yaşadığım ülkede, ekonomi hiç iyi bir durumda görünmüyor. Gelişme hızı ise çok yavaşmış gibi. Nasıl böyle bir ekonomi övülebilir anlayamıyorum? Tamam çok kötümser olmamak, ümitle bakmak gerek ama, abartılmasını da anlayamıyorum. Körü körüne iyimser olmanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Belki de bunlar gerçeklerin farklı yorumları. Fizikçi Leo Szilard arkadaşı Hans Bethe'ye, bir ‘günlük' tutmak istediğini düşündüğünden bahsetmiş bir zamanlar: “Yazdıklarımı yayınlamak niyetinde değilim. Gerçekleri sadece Tanrı'nın bilgisine sunmak için kaydedeceğim.” “Sence tanrı gerçekleri bilmiyor mu?” diye sormuş Bethe. “Evet” demiş, Szilard. “Tanrı gerçekleri biliyor, ama gerçeklerin bu yorumunu bilmiyor.”

Biz de gerçeklerin bilmediğimiz yorumlarını öğreniyoruz...

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Mayıs 2005

9 Şubat 2007 Cuma

Bu da bizim gerçeğimiz

NETONE Telekom Genel Müdürü Cem Çelebiler ile gerçekleştirdiğimiz röportajı, yayına hazırlarken, Cem Beyin söylemiş olduğu bir cümle aklıma çok takıldı. ‘Bu Türkiye'nin gerçeği' demişti kendisi. Konu, pek tabi ki yeni lisans almış operatörler, gelişen UMTH servisleri, IP teknolojileri idi. Fakat bu cümle, yani ülkemizdeki herhangi bir aksaklığın herhangi bir şekilde ifade edilmesi, beni epeydir düşündürüyor. Özellikle bugünlerde her kesimden, her sektörden, çok değişik konumdaki insanlar bu tip tümceleri sıkça kullanıyorlar.

Herhangi bir konuda, ülkemizin gerçeklerini görmek, ya da bunun görülmesi gerektiğini belirten ifadeler duymak, beni iki şekilde düşünmeye itiyor. Birincisi, neden böyle bir gerçeği önceden hesaplamıyoruz?
Göremiyor muyuz? İkincisi ise; eğer böyle bir gerçek söz konusuysa, bunu görebilmek için ille de belli bir yatırım yapılması mı gerekiyor? Yoksa yatırımlar, ülkemizde ‘gerçekler' mi yaratıyor?


Siz bir konuda, sizden kaynaklanmayan, ülkemizdeki işleyişten oluşan bir problemden söz ediyor iseniz, neden bununla ilgili alternatif projenizden de bahsetmiyorsunuz?

Yoksa ülkemizin bir gerçeği de, hiç hesaplamadan, iyice etüt etmeden herhangi bir plan oluşturmadan mı iş süreçlerimizi devam ettiriyoruz? Plandan çok, sonuç ve başlangıç önemli. Yani sonuçta ne olacağı, iş süreci devam ederken değişmiyor, en baştan hesaplandığı gibi olması bekleniyor. Ve bu hesaptaki yanılmalara karşı bir tedbir, alternatif de yok. ‘Öyle olmak zorunda (!)' Bunun sonuçları ise, tabi ki çoğu zaman belirsizlik ve zaman kaybı. Tek adam politikamız da bunun bir sonucu olabilir. Ülkemizde tek adam olmak çok önemli. Sorumluluk tek kişinin olmalı. Bu işten zarar görebilecek ya da, yarar görebilecek insanların söz hakları yok gibi, ya da söylediklerinin yaptırımı yok. Sanki burada Adolf Hitler'in, “Çoğunluk yalnızca aptalları değil, hain ve alçakları da temsil eder.” sözlerine destek olunuyor gibi. Adolf Hitler'in yazmış olduğu, kendi hayatını ve düşüncelerini anlattığı, Türkçe ismi ‘Kavgam' olan kitap, ülkemizde satış rekorları kırıyor. Okuyanların, kitapta değinilen düşünce yapısına, fikirlere ne denli katıldığını, mantıklı yahut mantıksız bulduğunu bilemiyorum tabi. Ancak, tek birinin karar vermesi, sorumluluğun tek kişide olması ile ilgili, kitapta yer alan fikirlerin bizlere yabancı gelmediğini düşünüyorum. Bizler zaten, sorumluluğun tek kişide olmasına aşinayız. Bize sadece bu açıdan doğru gelebilecek düşüncelere sahipmiş Adolf Hitler. Adolf Hitler, meclisin bir işe yaramadığını, beşyüzler topluluğunun, doğru kararlar veremeyeceğini de belirttiği kitabında, sanki bizlerin iş hayatında karşılaştığı sahneleri kaleme almış gibi geldi bana.

Son olarak, merhum Sakıp Sabancı'nın ölümünün üzerinden bir yıl geçmiş oldu. Ölümünün birinci yılında kendisini saygıyla andığımız Sakıp Ağa'ya, Allahtan rahmet, ailesine, yakınlarına ve bizlere de metanet diliyorum. Hiç olmazsa Rahmetli Sakıp Sabancı'nın kendi adını taşıyan Web sitesini vakit ayırıp incelemeniz, (
www.sakipsabanci.gen.tr) bir kez daha kendisini sevgi ve saygı ile anmanız ve kendisi hakkında biraz daha bilgiye sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum.

“Kızarım, biri bana sadece zengin derse; ben sosyal kişiliğimle ve gönül zenginliğimle mutluyum”
Sakıp Sabancı

Dilerim herkes, bir gün aynı zenginliğin mutluluğunu yaşar.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Nisan 2005

Olmuyor. Olamıyor…

BİZLER akıllı insanlarız. Her fırsatta bunu belirtmekten özellikle zevk duyarız. Konu ne olursa olsun, yaratıcı, mantıklı sonuçlara hemen ulaşabilen, doğruyu hemen ayırt edebilen bir milletiz. Her konuda bilgiliyiz vesselâm. Peki tüm bu özelliklere sahip olduğumuz halde, neden genel gidişat bizi hiç mutlu etmiyor? Neden hep kendimizi taklitçi ve komik buluyoruz? Neden bizim televizyonlarımızda gösterilen programlar kalitesiz? Neden futbolu bu kadar sevdiğimiz halde beceremiyoruz? Neden yollarımız bozuk? Neden trafiğimiz karman çorman? Neden sağlık ile ilgili tüm işleyiş problemli? Neden sakatlarımız evlerinden çıkamıyor? Nedenlerin sonu yok gibi.

Hatta neden bunları hepimiz bildiği halde, yine de yazıyorum değil mi? Bunlar hep bildiğiniz şeyler zaten.

Benim aklım almıyor. Bu soruları yanıtlayamıyorum. Bazı ihtimaller, inatçılık, aşırı güven, genlere kazılı ukalalık gibi aklıma geliyor ise de, bunlardan öte bir durum olduğunu düşünüyorum. Kesin bir cevap bulamıyorum. Sizin bir yanıtınız varsa, lütfen benimle de paylaşın. Çünkü böylesi değerli bir bilgi, paylaşılmalı. Aslında çözüm üretmek çok kolay olduğundan, nasıl olsa bir gün tüm sorunlar, size gerek kalmadan halledilir sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

Gazeteler, televizyonlar ‘Flash' (Türkçe ne hallerde!) haber yayınlamaktan bıkmadılar. Ardı arkası kesilmeyen ‘Flash' haberlerde öyle içeriklerle karşımıza çıkıyorlar ki….

Aslında suç onların değil, izleyen, takip eden bizlerin. Arz-talep eğrisi onları nasıl yönlendiriyorsa artık. Demek ki bizlerde ‘Annem evde, ben oynaşta olsam, acaba babam neler der' türü haberlere, programlara hasretmişiz ki, bunca yıl sonra her kanalda yayınlanır, her yazıda isimleri geçer oldu. Hatta bakın ben bile dayanamadım ve yazdım. Aklı selim yöneticilerimizin, ufku geniş insanlarımızın bu tür yayınları nasıl da yayınlayabildiklerine hakikaten hayret ediyorum. Yani hangi ticari kazanç uğruna insanları bu kadar olumsuz etkileyebiliyorlar? Hangi hakla?

RTÜK nerede? Onca zaman kapatılan, karartılan ekranlar demek ki boşunaymış. Ya da çıkar uğruna kapatılmış, karartılmış ekranlarımız. Hatırlıyorum, Türk aile geleneklerine aykırı, çocukların gelişimini olumsuz yönde etkiliyor gibi bir ibare olurdu siyah ekranda. Tabi o zamandan beri bizlerin aile gelenekleri çok değişti. Ve birde o çocuklar büyüdü artık. Gerek kalmadı kapanmasına ya da karartılmasına ekranların. Bu yüzden akıllara ziyan programlar, haberler artık serbest.

Gazetelerimizde de bir hoşluk seziyorum. Hangi gazetenin iyi olduğu manşetten duyurdukları skandallarla belirleniyor. İyi de bu durumda ülkemizde ‘İyi gazete' olabilmek çok kolay. Yani bugün bir gazete çıkartacak olursanız, bir iki haftaya kalmaz, muhakkak bir skandalı ortaya çıkartmazsanız, beni bedava yazarınız, muhabiriniz, fotomuhabiriniz hatta ve hatta dizgiciniz olarak çalıştırabilirsiniz. Nereye el atılsa, altından skandal çıkıyor nasıl olsa. Tabi doğal olarak, skandallara da öyle bir aşina olduk ki; neredeyse adam(!) gibi skandallara hasret kaldık. Hatta hangi skandalı ortaya çıkarttıkları unutulmasın diye gazeteler, 3 ay önce biz çıkartmıştık, bizim haberimizdi bu skandal diye, haklarını koruyorlar. Gerçi bu da komik. Yani 3 ay önce hazırlanan manşet, bugün skandal oluyorsa, bir hoşluk olduğu ortada.

Zaten nasıl ilişkiler dönüyor, neler yaşanıyor tahayyül edemiyorum. Kimin eli kimin cebinden çıkacak hiç belli olmuyor. Bir bakıyorsunuz, başbakanımız çıkıyor, topyekûn töhmet altında bırakıyor bir kısım medyayı. İlişkiler ne boyutlarda anlamak hiçte kolay değil. Kime inanabiliriz bilemiyorum.

Kısaca hep bildiğiniz şeyleri yazdım aslında. Her şeyi çok iyi biliyoruz. Nedenler gayet açık. Önlemlerin hepsi, zaten yapılacaklar listesinde. Bugün yarın yapacağız. Çözümlerimiz ise, çok önceden hazır bekliyorlardı da zaten, kimse bize kulak asmadı….

Nedense bir türlü olmuyor. Olamıyor…

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Mart 2005

AB mi dediniz ?

ÜLKEMİZDE güzel şeyler yaşanıyor. Tabi buna ne taraftan baktığınız da önemli bir etken. Yani bir olay, günlük basınımızda harikulade sonuçlar doğuracakmış gibi görünüp, uygulamada ise, anlatılana benzemez olabiliyor. Ya da hiç bahsedilmezken, bir anda ortaya güzel şeyler çıkabiliyor. Aslında bu konuda benden daha da usta yazarlar, çok başka bakış açılarıyla yazılar yazdılar ve yazmaktalar. Örnekler, günlük hayatımızda da sıkça karşımıza çıkmakta.

Bu kafayla AB'ye giremeyeceğimizi anlatan bir çok yazı okumuşsunuzdur. Hatta günlük hayatınızda da bu tümceyi kullanmış ya da hala kullanıyor olabilirsiniz. Aslında o anda nerede olduğunuz, nasıl bir olay ile karşılaştığınız da, fikrinizi oldukça etkiliyordur. Söz gelimi; Borusan Filarmoni Orkestrası'nı dinlediğiniz, nezih bir kokteylde iseniz farklı, toplu taşıma araçlarında, yahut kamu kuruluşlarından birindeyseniz, farklı düşünürsünüz. Yani, birinde AB'yi ne kadar hak ettiğimizi, birinde ise hiç hak etmediğimizi düşünebilirsiniz.

Bunları anlatmamdaki sebep, bu ikinci düşünce yapısı ile ilgili. Yani ‘Hiç haketmediğimiz' bakış açısı. Bu bakış açısıyla alakadar uyarılarda ve eleştirilerde bulunmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü diğer türlü ele aldığımızda, zaten doğru ve normal şartlarda olması gereken bir durumu irdeliyor oluyoruz.

Geçtiğimiz günlerde geçirdiğim bir trafik kazasının sonrasında, kaza ile ilgili hazırlanan rapor şu şekilde (Bir iki yazım hatasını düzeltip, imla kurallarını aynen olduğu gibi bırakıyorum): Sürücü Bahram Nazarat sevk ve idaresindeki 34 UM 4855 plakalı hususi oto ile Barbaros Bulvarını takiben Beşiktaş istikametine seyir halinde iken 2207 no'lu trafik ışıklarında kırmızı ışıkta geçerek aracının sol ön kısımları ile Barbaros Bulvarına seyir ederken 2207 no'lu trafik ışıklarından dönüp Beşiktaş istikametine seyir eden Ercan Arslan sevk ve idaresindeki 34 NHZ 27 plakalı hususi otonun sağ arka kısımlarına çarpması ve çarpmanın etkisi ile 34 UM 4855 plakalı oto sürücüsü Bahram Nazarat'ın başını ön cama çarpması neticesinde yaralamalı ve maddi hasarlı trafik kazası meydana gelmiştir. Kazanın oluşumunda 34 UM 4855 plakalı oto sürücüsü Bahram Nazarat'ın “1: Kırmızı Işıklı Trafik İşaretinde Geçme” asli kusurunu işlediği kaza yeri tetkiki ve sürücü beyanları neticesinde kanaate varılmıştır.

Kimseye birşey olmaması, en büyük teselli tabi de, böyle bir raporu okuyunca, böyle bir deneyimi ilk defa yaşadığım için, öncelikle şifreli yazıldığını düşündüm. Sonra tekrar tekrar okuyarak ve bizzat yaşadığımdan, yazılanları anlayabildim. Peki bunun AB ile ilişkisi nerede? Raporu okurken belki fark etmişsinizdir. Bahram Bey, Türk vatandaşı değil. İran Vatandaşı. Dolayısıyla, verdiği belgelerin içerisinde, İran'dan almış olduğu ehliyeti de vardı. Ve bizim ehliyetlerimizde de olduğu gibi, ehliyetinin üzerinde iki dilde bilgiler yer alıyordu. Birincisi, Farsça ikincisi ise İngilizce. Tabi bu durum bize bir çok sorun çıkardı. Öncelikle, tercüme edilmesi için iki gün beklemek zorunda kaldık. Ve tabi görevli memurumuzun da, ehliyetin uluslararası geçerliliği hakkında birşey sormaması, anlayamadığı yazılara bakarken, bunu hiç merak etmemesi anlaşılır gibi değildi. Yani, belki o ehliyet uluslararası geçerliliği olmayan bir ehliyet idi, belki de geçerli idi. Ama bunu ne soran oldu, ne de merak eden. İşlemler bu çerçevede hızla(!) ilerliyordu. Bu sırada görevli memur ile tartışmaya başladığımı fark ettim. Tartışma esnasında, bana şöyle bir savunmada bulundu kendisi; “Ben bugün kaç kazaya baktım biliyor musun?” Tabi ki haklıdır. O gün gerçekten onun için yorucu olmuştur. Stres içerisindedir. Fakat bunu söyleme hakkı yine de yoktur. Hepimizin işinin yoğun olduğu dönemler olabilir. Hatta oluyordur. Ama bu bize, görevimiz gereği karşılaştığımız insanlara kaba davranma hakkını vermez. Bundan başka, kazanın olduğu saatten tam 5 saat sonra, olay ile ilgili, tüm ifadeler verilmiş, alkol raporları (Tam 1 saat 30 dakika sonra, alkol raporu tutuldu) tutulmuş, evimize gidebileceğimiz söylenmişti. Ve adeta kendimi suçlu gibi hissettiğim, o süreç sona ermişti. Sanki, kaza mağduru değil de, başka bir sebepten orada olduğumu hissettim. Uzun prosedürler, fotokopiler, bekleyişler esnasında. Aslında, bunlar hepimizin başına gelebilir. Ya da gelmiştir. Bu tabloda yer almak, AB'ye girme sürecinde olan bir ülkenin, vatandaşları ile direkt temas halinde olan, kamu görevlileri ile yaşandığından, zihninizi kurcalayan sorulara, bazı cevaplar verebilecek nitelikte olabilir.

Bahram Bey'in kafasındaki ufak şişi saymazsak, kimseye birşey olmamıştı kazada. Bu gerçekten sevindiriciydi. Aslına bakarsanız, Bahram Bey'de emniyet kemerini taksa, ona da birşey olmayacaktı. Fakat kaza raporunda, emniyet kemerlerimizin takılı olup olmadığı hakkında ki bölümde, bunun belirsiz olduğu yazılı. Bahram Bey kafasını cama çarptığına göre, kemeri takılı değildi. Ama raporda böyle yazmıyordu. İkimizin de bu durumu belirsizdi rapora göre. Allah göstermesin, camdan fırlasaydı birisi, yine bu durum belirsiz mi olacaktı merak etmedim de değil.

Aslında merak ettiklerimin hepsini yazmabilmem için, 4-5 sayfaya daha ihtiyacım var. Fakat, burada bitirmem gerekiyor. Ama şunu tekrar hatırlatmakta fayda var. Söylediklerimiz ve yaptıklarımız bir tutarılılık içinde olmalı. Yoksa Yaşar Kemal'in ‘Ezansızlar semti' diye nitelediği, Beyoğlu'nda ikamet etmesi gibi tezata düşeriz. AB'ye girebilmek için, olduğumuzdan farklı olmaya çalışmayalım. Ya da, olmak istediğimiz gibi olmaya çalışalım, özen gösterelim. Fakat, bu iki durumun ortasında bir yerlerde kalmayalım.

Saygılarımla;

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Şubat 2005

‘Temiz toplum olmak için neler yapmalıyız?'

GEÇTİĞİMİZ günlerde annesi ilkokul öğretmeni olan bir arkadaşımın, ailesi ile birlikte oturduğu evin salonunda, bir kağıt yığını dikkatimi çekti. İlkokul son sınıf öğrencilerinin Türkçe sınavlarında yazdığı kompozisyonlar yer alıyordu bu sınav kağıtlarında. Kağıtları elime aldım ve okumaya başladım, Gerçekten büyük bir keyifle ve bir çırpıda okudum kompozisyonları. 10 ya da 11 yaşlarında çocukların ne kadar yaratıcı ve birbirinden farklı düşünceleri paylaştığını biliyorsunuz. Fakat, bunu bir belge ile kanıtlamak isterseniz, onların kompozisyonlarını okumalısınız.

Öncelikle kendim o yıllara dönüverdim. Kendi yazdığım kompozisyonlar çok net olmasa bile, aklımdan geçiverdi. Aynı konuda biz yetişkinlere bir kompozisyon yazma ‘görevi' verilse, aklımızın ucundan bile geçmeyeceğine emin olduğum fikirleri yazıvermiş o küçük eller. Öncelikle kompozisyon konusunun, ‘Temiz toplum olmak için neler yapmalıyız?' gibi zor bir konu başlığı vardı. Bu konuda bir kompozisyon hazırlasanız, ya da daha kolayı, sadece aklınızdan bu konuyla ilgili fikirler geçirseniz ve sonra da çocukların yazdığı, ellerimizi yıkamanın, dişlerimizi fırçalamanın, evlerimizin önünü temizlemenin, temiz toplum olmaya yeteceğini anlattığı satırları okuyunca, onların bu dürüstlüğüne imreniyorsunuz. Onların bu farklı düşünce yapıları, kimin söylediğini hatırlayamadığım şu sözü anımsatıyor; “Çocukken, her gün Tanrı'ya bir bisiklet vermesi için yalvarırdım. Fakat, Tanrı'nın çalışma yönteminin böyle olmadığını anlayıp, kendime yeni bir bisiklet çaldıktan sonra, Tanrıya her gün beni affetmesi için yalvardım.” Onlarda bir gün gelecek ve temiz toplum için değişik metotlar önerecekler. Bizlerle ilgili de farklı düşüncelere sahip olacaklar. Onların arzu ettiğimiz değerlere sahip olmasını istiyorsak, her aracı en iyi şekilde kullanıp, onları gerekli bilgiler ile doğru şekilde bilgilendirmemiz gerektiği açık.

Geçtiğimiz Nisan ayı yazmış olduğum yazımda, Mısır hükümetinin, IBM ile ortaklaşa yeni bir proje hayata geçirdiğini belirtmiş, ‘Ebedi Mısır (Eternal Egypt)' projesi kapsamında, Antik Mısır ile ilgili tüm bilgilerin İnternet ortamına aktarıldığının altını çizip, hazırlanan Web sitesinin mutlaka ziyaret edilmesi gerektiğini yazıyı okuyanlara önermiştim.

Bahsettiğim yazımın devam eden paragrafında da dünyanın en önemli ve eski coğrafi bölgesinde yaşadığımızı belirtmiş, arkeolojik olarak da bir sürü zenginliğe sahip olduğumuzu ve bu zenginliklerimizi elektronik ortama aktarmada neden yetersiz olduğumuza değinmiştim. Aslında bugün de bu tip bir yazı yazabilirim. Değişen bir şey yok. Yine herhangi bir arama motorunda benzer bir arama yaptığınızda bizim müzelerimiz ile ilgili pek bir şey bulamazsınız. Daha yeni açılan bir iki Web sayfasını saymazsanız sanal müze kavramı bizim için pek anlamlı değil. Eczacıbaşı'nın 5 sene önce kurulan sanal müzesini (www.sanalmuze.org) saymazsanız, geriye iki örnek kalıyor. Biri yine Eczacıbaşı'nın yeni açılan İstanbul Modern isimli müzesi (www.istanbulmodern.org) ve son olarak da yine yeni açılmış olan İstanbul Resim Heykel müzesi (www.resimheykelmuzesi.org). Ve aslında, bu sitelerde daha çok sanat ve sanat tarihi ile ilgili. Tarihi değerlerimiz ile ilgili bir müze ise neredeyse hiç yok. Turizm Bakanlığının Web sitesinde üç dört satır yazı ile yer alan müzelerimiz bu konuda İnternet'ten edinebileceğiniz bilginin sınırlılığını gösterebilecek düzeyde. Aslında, bu tip projeler ile ilgilenmemekle genç insanlarımıza kötülük ettiğimizi düşünüyorum. Onlar, yurtdışından sırf Türkiye'nin herhangi bir köşesinde yaşayan tarihi görmeye gelen turistler kadar şanslı olmayabilirler. Olanaklarını bizler artırmalıyız. Kendi ülkelerinde ki bu güzellikleri en azından görebilmeliler. İleride müzelerimize, tarihi eserlerimize daha doğrusu kültürümüze ve sahip olduğumuz değerlere sahip çıkmalarını, daha da önemlisi yüceltmelerini isteyeceksek onlardan, öncelikle onlara bu değerleri göstermeliyiz. Ve daha sonra da anlatmalıyız. Eczacıbaşı Sanal Müzesi'nde
(www.sanalmuze.org)
yer verilen bir ibare ile yazımı bitiriyorum: “Görmek kelimelerden önce gelir. Çocuk konuşamadan önce bakar ve tanır.”

Saygılarımla;

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ocak 2005 2004

'Güç her zaman sizinle olsun'

HAYATIMIZDA 1977 yılında giren (tabi benim çok daha sonra) ve o tarihten beri birçok rekorlar kırarak, günümüze ulaşmış olan 'Star Wars' efsanesi, hala devam etmekte. Bugün heyecanla izlediğimiz ve öykünün nasıl başladığını merakla beklediğimiz filmde gördüğümüz teknoloji ise, gün geçtikçe bizlere daha yakın gözükmekte. Tabi ki, filmdeki karakterlerle gerçek hayatta karşılaşamayacak olmamız üzücü. Kim istemez ki, hayatında bir 'Obi Wan Kenobi' gibi galaksinin kaderinin belirlenmesine etki eden, inançlı ve efsanevi birisi olsun. Kim istemez ki, 'Yoda' gibi bilge bir 'Jedi' eğitmeni, ona yol göstersin. Her ne kadar filmdeki gibi karakterlere rastlayamayacak olsak da, filmde gördüğümüz teknoloji gerçek hayatımıza yansıyacak ve hatta yansıyor fikrimce. Son günlerde sıkça adını duyduğumuz, gazetelerde, televizyonlar da gördüğümüz robot Asimo'yu, filmdeki R2-D2 ya da C-3 PO'a benzetebiliriz örneğin.

Asimo'nun da tıpkı filmdeki gibi, ancak biraz daha ilkel bir 'droid' olduğunu düşünebiliriz. R2-D2 ve C-3 PO'yu anımsayamayanlar olabilir; R2-D2 genelde pilot kabininin arkasındaki bir oyuğa girerek, uçuş ve savaş kapasitesini arttımakla yükümlü 'droid' fakat, filmdeki en önemli görevlerinden biri de arkadaşlık. C-3 PO'yu başı dertte olduğunda kurtarmak hep R2-D2'nun görevi. Bunun yanısıra, bilgisayar sistemlerine girmek, şifreleri çözmek, galaksi içindeki haberleşmeleri sağlamak hep R2-D2'nun görevi. C-3 PO ise, bir protokol 'droid'i. Pimpirikli ve telaşlı halleriyle, sempatik tavırları olan bu 'droid', aynı zamanda telleri ve devreleri görünür bir halde dolaştığından biraz da utangaç. Filmi anımsarsanız, C-3 PO ile R2-D2'nun aynı zamanda dost iki 'droid' olduğunu ve zor durumlarda birbirlerine nasıl da yardım etmeye çalıştıklarını, hatırlayacaksınız. Temel olarak her ikisinin de görevi; insanlara hizmet etmek ve onlara yardımcı olmak, tıpkı Asimo gibi.

Aslında karşılaştırıldığına, Asimo, fiziki olarak R2-D2'dan çok daha gelişmiş. Fakat, R2-D2 ile Asimo'yu karşılaştırmanın haksızlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü Asimo, 'insansı' bir robot. Yani filmdeki C-3 PO ile karşılaştırmamız gerek. Öncelikle Asimo'nun neler yapabildiğine bakalım. 1.20 boyunda ve 52 kilo olan Asimo, ışıkları ve kapıları açıp kapayabiliyor, hoşlandığı bir müzikte dans edebiliyor, duraksamadan yürüyebiliyor, tokalaşıyor, el sallıyor, eğiliyor, 50'yi aşkın soruyu anlıyor ve yanıtlıyor, 30'a yakın emri yerine getirebiliyor, yaklaşan insanları tanıyabiliyor, kendisine gösterilen yolu takip edebiliyor. C-3 PO'ise bir neredeyse sınırsız bir konuşma kapasitesine sahip, 6 milyonun üzerinde haberleşme türü ile karşısındakiyle iletişim kurabiliyor, bir de gerektiğinde kendi kendine kararlar verebilecek düzeyde gelişmiş. Hatta neredeyse, bu açıdan bir 'insan' diyebiliriz onun için. Ancak, 1946'lar da St. Louise'de (Missori, ABD) başlayan ilk mobil telefon servisinin, şu anda neredeyse 'Star-Wars' filmindeki teknolojiye yaklaşmış olduğunu düşünürsek, Asimo'nun da çok kısa bir süre sonra çok daha gelişeceğini tahmin etmekte zorlanmayız. Fakat, yine de günümüz teknolojileri çerçevesinde bir C-3 PO olmayacağı da kesin. Aslına bakarsanız, bu tip örnekler hayal gücümüz ile ilgili ipuçlarını bulabilmemize yardımcı olacak nitelikte. İnsanın hayal ettiklerini gerçeğe yansıtabilmesi ile ilgili. Bundan yıllar önce hayallerimizde olan 'droid' kavramının, artık özellikleri, gelişimi ile ilgilenmekteyiz. Taşıtlarla da ilgili bu tip örnekler verebiliriz. Hayalini kurduğumuz, filmlerde gördüğümüz gibi araçlar kullanmak da bizim hayallerimizden. Uzaya gitmek de bizim hayallerimizdendi. İnsan hayal ettiklerini, zaman içerisinde gerçek hayata geçirebiliyor.

Hatırlarsanız, gelecekle ilgili filmlerde klişe bir başlangıç vardır; 'yıl 2000' diyerek başlayan ve uçan arabalarla gezilen, herşeyin düzen ve intizam içinde olduğu bir yaşam biçimi. Bu tip filmelerde hayallerimi zorlayan en büyük gerçek ise; insanların böyle bir düzene uyabilecek olmaları. Kullanılan cihazlar ne kadar şaşırtıcıysa, insanların düzene bu derecede riayet etmesi de bir o kadar şaşırtıcı. Tekdüzelik içindeki insanların tasvirinde zorlanırım hep. Özümüzde olan, insana mahsus, düşünce ve duyguları birlikte kullanabilme özelliği, düzene karşı gelme özelliği ve farklı olma isteği ile pek bağdaşmıyor çünkü. Yüzyıllardır genlerimize işlenmiş ve kolay kolay değişmeyeceğini düşündüğüm bu özelliklerimizin, gelecekte ne kadar değişebileceğini, ümit ediyorum ki hep birlikte göreceğiz. Hayallerimizdeki araçları yaratıp, bir gün mutlaka kullanacağımızdan eminim de, düzen ve aslında düzenden çok, bizlerin böyle bir düzene sahip olma isteğinden biraz şüpheliyim. Ancak yine de, hayallerimiz geleceği gösteren en önemli ipuçları olma niteliğinde.

Bana, hiç olmayan bir şey 'Hayal eder misiniz? Prototipi, ya da en azından fikri bile olmayan bir şey. Mümkün değil. Hayal edebiliyorsanız, hiç değilse bir fikriniz vardır. Ya da, konuyla ilgili bir çalışma veya ilkel de olsa somut bir örnek. Olmayan bir şeyi hayal edebilmişseniz de, yeni keşfiniz ya da icadınız için tebrik ederim. Tüm ödüllere adaysınız.

Mutlu Yıllar.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Aralık 2004

‘Sayısal İçerik Programı'

HEPİMİZİN bildiği veya birçoğumuzun bildiği gibi, son üç yılda gerçekleştirilen kapsamlı reform çalışmaları ile ülkemiz, Kophenag siyasi kriterlerine uyum yönünde önemli mesafe kat etmiştir. Beklentimiz ise, yine hepimizin yada birçoğumuzun bildiği üzere Ekim ayında yayınlanacak ‘İlerleme Raporu'nda Avrupa Komisyonu'nun müzakerelere başlanması yönünde görüş bildirmesi ve Aralık ayında yapılacak zirvede, müzakerelere başlanması yönünde bir karar almasıdır.

Nihai hedefimiz AB tam üyeliği. Bu gerçekleşecek mi? Bizler görebilecek miyiz? Tartışmalar süre dursun, bu süreçte ülkemize yardımcı olacak ve bu süreci kolaylaştıracak araçların başında, adaylık statüsü ile beraber ülkemizin katılımına açılan ‘Topluluk Programları' gelmekte.

Bu programlar, eğitimden bilim ve teknolojiye, gençliğe, halk sağlığına kadar geniş bir yelpazede önemli mali ve teknik destek sağlamakta. Fakat gelin görün ki, herşeyden öte AB politikaları ve mevzuatının üye ve aday ülkelerde eşgüdüm içerisinde uygulanmasına ve birliğin karşılaşacağı olası sorunlara ortak çözümler yaratılmasına katkı sağlayacak bu programlar, ülkemizde yeterince tanınmıyor ve bu nedenle programlara yapılan başvurular da sınırlı.

‘Türkiye'nin katıldığı Avrupa Topluluğu Programları' 6.Çerçeve, Socrates II, Çok Yıllı Girişim ve Girişimcilik, İstihdam Teşvik Önlemleri, Sosyal Dışlanma ile Mücadele Programı gibi isimlerle devam eden 14 topluluk programını kapsıyor. Bunların herbirinin ilgimi oldukça çekmesine rağmen, yer darlığından ötürü, bu sayımızda sadece ‘Sayısal İçerik Programı' hakkında size bilgi vermek istiyorum.

Öncelikle programın oluşum sebebi son derece ilginç. AB, bilgi ekonomisi bakımından ABD ve Kanada gibi ülkelere göre daha geride olduğunu anlamış ve eksikliklerini belirlemiş. Her iki ekonomide ölçek olarak hemen hemen aynı olmasına rağmen, ABD'nin bilgi ekonomisi pazarı AB'nin 2-5 katı. (Türkiye'de bu fark ne kadar tahmin edebiliyor musunuz?) Bu farkın temel sebeplerinden biri, kamu bilgilerinin sayısal ortamda sunumunun yetersiz olması ve buna yönelik altyapının oluşturulamaması. Bu sebeple, farkı kapamak için, “Bilgi Toplumunda Küresel Ağlar Üzerinde Avrupa Dijital İçeriğinin Kullanımını ve Gelişimini Desteklemeye ve Dil Çeşitliliğini Teşvik Etmeye Yönelik Çok Yıllı Program (Sayısal İçerik Programı) oluşturulmuş.

Ve bu programa, Türkiye'nin ne kadar ihtiyacı olduğunu da sanırım hepimiz tahmin edebiliriz. En azından böyle bir desteği hem maddi yönden, hem de teknik bilgi bakımından almamız gerekliydi. Gerekliydi diyorum çünkü son yılında olan bu programdan henüz hiç faydalanamadığımızı gerçekten hayretle karşılıyorum. Bildiğiniz gibi sayısal içerik sayesinde daha önce hayal bile edemediğimiz ölçülerdeki bilgilerin, kopyalanması, çalınması, dağıtılması ve satılması mümkün hale geldi. Bu sebeple sayısal içeriğin bir çok boyutu bulunmakta ve önemi gün geçtikçe artmakta. Türkiye ise, bu programa katılma hakkını hukuken elde etmiş bulunmasına rağmen, fiilen bir ilerleme kaydedememiş durumda. Türkiye ilk kez geçen yıl, yani üçüncü çağrı döneminde proje teklifi sunma yönünde girişimde bulunmuş. Ancak, sadece 4-5 proje teklif başvurusunda bulunulmuş, bu başvurulardan hiçbiri sıralamaya girememiş ve dolayısıyla programdan yararlanılamamış. (Bilmiyorum bu konuda da tahminlerinizi sorsam, gerçekteki sonuca ne denli yaklaşırdınız?)

Bu sene ise, yapılan başvuruların seçim durumu hala belirsiz. Fakat programa geçen yılki kadar da ilgi olmadığı verilen bilgiler arasında. Herhalde geçen sene 4-5 proje teklifi yaptığımıza göre, bu sene 1-2 teklif yapmışızdır. Gerçi bunun sebebini, programın son senesi olmasına bağlayabiliriz. Fakat, 2004 yılı Şubat ayında programın uzatılması önerilmiş ve Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan karar taslağı Avrupa Parlamentosuna sunulmuş. 4 yıl daha programın uzamasını öngören taslak kabul edilirse, nasıl da yararlanacağımızı tahmin bile edemiyorum.

Avrupa Birligi Genel Sekterliği'nin http://www.abgs.gov.tr Web sayfalarını ziyaret edenlerin (bizlerin) oyladığı bir anketin sonucu da gerçekten çok ilginç. Ankette yer alan soru: “Avrupa Birliği mevzuatına uyum çalışmaları konusunda yeterince bilgili olduğunuzu düşünüyor musunuz?” Anketin durumunu tahmin edebilirsiniz. Fakat ben yinede, katıldığım esnadaki sonuçları size ileteyim: Toplam Yanıt Sayısı: 8963, Evet:2414 %26, Hayır:6549 %73. Yani bizler de, sanırım bu konulardan bihaber olduğumuzu, maişet derdine düştüğümüzü itiraf edebiliyoruz. Sizler de ankete katılıp bir cevap verseniz, sonuç ne kadar değişir bilmiyorum.

Son olarak da bu satırları yazarken, Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Dış İşleri Bakanımız Abdullah Gül, Avrupa Birliği Anayasası'nın imzalanması sebebiyle yurtdışında olduğundan katılamazken, coşku ile kutlanan Cumhuriyet'imizin 81. yılını, Cumhurbaşkanımızın ‘Anıtkabir Özel Defterine' yazdığı satırlara inanarak yürekten kutluyorum.

Saygılarımla;

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Kasım 2004

Ben de ‘Bekarım' Kadir Abi...

BU ay gündemimizi en çok meşgul eden konular, ‘Zina' ve AB ilişkilerimiz oldu. Artık tartışılmayacağını düşündüğüm ‘zina'nın suç sayılmasına ve 78 yıl aradan sonra yapılan TCK değişikliğine ilişkin günlük basınımızda o kadar çok yazı okudum ki, bir şeyler yazmazsam kendimi huzurlu hissetmem mümkün olmayacaktı. Hepimizin AB ile ilgili fikirleri, tahmin ediyorum ki, birbirine yakın. Bakkalın çırağı bile sorulduğunda, “Bizi almazlar, istemiyorlar, sevmiyorlar” gibi cümlelerle belirtiyor fikirlerini. Verheugen ve Sayın Başbakanımız AB için son aşamaya gelindiğini söylese de, nedense bizler hiç ümitli değiliz. Konuştuğum çoğu insan da bu fikirde; ‘Almazlar'... Zaten gelişmelere ne taraftan baktığınıza göre de, fikriniz değişiveriyor. ‘Zina', AB'ye alınmayacağız demekti. Ertesi gün, yeni TCK çıktı ve ‘zina' yasası da yoktu. Bu durumda, evet! AB'ye girdik? Akşam, Fransız Maliye Bakanı bir açıklama yapıyor; “Yok yok kesin almayacaklar...”.

Papatya falı misali; her gün değişik açıklamalar ve bir giriyoruz, bir almıyorlar. Böyle bir yılan hikayesi biçiminde eğleniyoruz. Ama olsun, yine de umudumuzu yitirmeden, fal sürecimiz devam etmekte. Bu konuda ne olur ya da olacak pek bilemiyorum ama, sonuca şaşırmayacağımız kesin. Fakat açıkça bildiğim bir gerçek varsa; o da AB ülkeleri ile aramızdaki gelenek-görenek, mantık, anlayış, davranış, huy... (Buraya ne yazsam uyar sanıyorum) farkı. Gerçekten biz, yani Türkiye'de yaşayan ‘Türk'ler, pek çok konuda değişik ve yeni fikirler üretip, uyguluyoruz. Hem de bunu, her alanda başarabiliyoruz. Nedenini de hep ‘Biz Türk'üz' diye açıklayıp, çıkıveriyoruz işin içinden. Sonuca direkt ulaşmak, serde var ne de olsa.

‘Zina' konusunda ki tartışmalar gerçekten çok ilginçti. Bazen gülelim, eğlenelim diye böyle şeyler yazılıp çizildiğini düşünüyorum. (Dünyaca ünlü mizah dergimiz Gır-Gır'ın, ana konusu ve muhteşem başarısının sebebi de; o devirde uygulanan bu tip politikalar değil miydi?). Fakat tartışmalar, yazılanlar gün gibi ortada. Konunun tartışıldığı son günlerde ‘Zinanın nasıl tespit edileceği' ele alınmıştı. ‘Mil-u Mikale', ‘İp çekme' gibi yöntemler irdelenmişti. Acaba gerçekten böyle bir şey günlük hayatımızda olsa, ne olurdu dediğimde, ister istemez içim gıcıklanıyor, gülesim geliyor. Gazetede okuduğum kadarı ile, Kadir İnanır'a sormuşlar ‘Zina' ile ilgili fikirleriniz nedir diye; o da: “Ben bekarım” demiş ve çıkmış işin içinden. Şimdi buna gülelim mi? Ağlayalım mı? Ama aslında, düşünce yapımızın en saf örneklerinden biri değil mi? ‘Beni ilgilendirmiyor' yahut ‘Dokunmayan yılan bin yaşasın.'

Anlamsız tartışmalar ile günler geçiyor. İlgili, ilgisiz her köşede bir takım uç fikirlere denk gelmeniz mümkün. Kimileri gerçekten bilgilendirici, kimileri de inanılmaz saçma. “İnsanlar, yalnızca anladıkları konularda konuşsalardı; dünyadaki sessizlik dayanılmaz olurdu” diyor Max Lemer. Katılmamak mümkün mü?

Tüm bunlar olurken; ülkemizde hala 60 dakikayı aşan habersiz elektrik kesintileri, bir buçuk saat süren basit işlemler (Tabi ki kamu alanında) devam ediyor. Hala kaza yapmış araçlardan, karga tulumba insanları çıkartıyoruz, çimlere yatırıp, uzun süreler ambulans gelmesini bekliyoruz, engelli insanlarımızı evlere hapsetmişiz, hatta bazıları zincirle bağlı. Onlarla ilgili gerçek bir altyapı çalışmamız ne yazık ki hala yok. TEM otoyolunda, 180 km. hızla giden araçların arasından, karşıdan karşıya geçebiliyoruz, asfalt dökmeyi bilmiyoruz, yollarımız hala kraterler ile dolu, sonradan hızlandırılmış trenlerimiz raylardan fırlıyor, rant trafiğimiz yoğun, vergi sistemiz ortada, hortumcular ortalıkta kol gezmekte, işsizlik had safhada, kayıt dışı ekonomide Dünya rekorları kırıyoruz... Listeyi daha da uzatabiliriz. Hatta bu sayfa yetmeyebilir. Kısacası, ülkemizde sorunlar o kadar çok ki. Nasıl halledileceğinden çok, bunlar ile ilgili gündemlerimizin bir gün dolu olması halinde, ne kadar vakit geçeceğini bir düşünsenize? Bu konuların hepsi de önemli tartışma konuları olarak tek tek ele alınabilir. Ve hepsi için yazılar yazılabilir, forumlar düzenlenebilir, yasa tasarıları hazırlanabilir. Hatta eminim ki, herhangi bir sonuç da çıkmaz. Tabi ki tüm iyi niyetleriyle, bu konularda çözüm üretmeye çalışan, emek harcayan herkese de büyük bir saygı duyuyorum. Fakat, en önemli konu ‘Zina' oluveriyor bir anda. Neden acaba? Yoksa gündemi oluşturacak çok önemli bir başka konu mu var da, yine saptırılmaya mı uğraşılıyor? Irak mı? İsrail mi? Kıbrıs mı? Petrol fiyatları mı? Vergiler mi? Yoksa yoksa, aslında AB süreci ile ilgili olumsuz bir tüyo mu alındı?

Vergilerle ilgili, yapılan son araştırmanın sonuçlarını hepimiz okumuşuzdur umarım. Durum, içler acısı olarak nitelendirilebilir. Fakat ‘Zina' kadar önemli, üzerinde durulacak bir sorun olmadığından, gündemimizde ‘Zina' kadar yer alamıyor. Tıpkı, diğer üzerinde durulması gereken çok acil ve önemli problemler gibi. Sırada ne var? Merakla bekliyorum.

Bu arada, bugün İstanbul'da olan orta şiddetin üzerindeki deprem de, hep birlikte yaklaşan ‘Büyük ölçekli olacağı' söylenen ve her an beklenen felakete topyekün nasıl hazır olduğumuzu bir kez daha hatırlattı.

Allah korusun. Bu, hızlandırılmış trene hiç benzemez!

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ekim 2004

‘Vergiler ve ölüm'

GEÇTİĞİMİZ günlerde, başımdan geçen ve böylece müşteri ilişkileri yönetimi konusunda, ülkemizde ne denli ileride olduğumuz gerçeğini kavradığım bir olay yaşadım. Sizlere bu olayı anlatmadan evvel, çok daha önemli bir konuya değinmek istiyorum. Vergiler. Aslında bu konuya ne kadar değinsek az.

Bildiğiniz gibi, telekomünikasyon hizmetlerinde özel iletişim vergisi uygulanması kanunu kapsamında, 1 Ağustostan itibaren İnternet ve ses hizmetleri de %15 özel iletişim (ÖİV) vergisine tabi tutuldu. Her nevi, mobil telekomünikasyon işletmeciliği kapsamındaki (ön ödemeli kartlar da dahil) tesis, devir, nakil ve haberleşme hizmetlerinden ise alınacak vergi oranı %25.

Bizler, vergilerin indirilmesini bu tip haberleşme araçlarının günümüzde lüks olmadığını ve bu yüksek vergi oranlarının mutlaka düşürülmesi, hatta gereksiz olanların kaldırılması gerektiğini söyleyip savundukça, yeni vergiler geliyor. Belki de suç bizde.

‘Vergiler ve ölüm' diyor Amerikalılar. Bu ikisinden kaçılamayacağını söylüyorlar. Bizde ise, vergi kaçıranların yükünü, sokaktaki insanlarımız ödüyor.

Bu vergi haberini aldıktan sonra yeniliklere bakış açım ister istemez değişmekte. Mesela Avea bir tanıtım toplantısı düzenliyor. ‘BlackBerry' isimli bir terminal tanıtıyor. Aslında bu tip cihazlar zaten ülkemizde kullanılıyor. Yani çokta yeni bir haber gibi gelmiyor bana. Yurtdışındaki örnekleri gibi, GSM operatörün sübvanse etmesi ile neredeyse hiç para ödemeden bu cihaza sahip olunabilecekse, ‘BlackBerry'nin başarılı olabileceğini düşünüyorum. Ancak hepsinden önemlisi; GSM telefon kullanım oranının artmayacağını, hatta azalacağını daha bir kaç ay önce yazmıştım. Çünkü, telefon faturalarımız da yer alan vergiler faturamızın yaklaşık %66'sını oluşturuyor. Yapılan yeniliklerin yaygın kullanımının sağlanması isteniyorsa, en önemli parametre olan ‘uygun fiyat' sağlanmalı. Haberleşmenin bir lüks olmadığını, temel bir ihtiyaç olduğu gerçeğini ne zaman anlayacaklar?

Yazımın başında belirttiğim müşteri ilişkileri ile ilgili paylaşmak istediğim hikayenin kahramanı ise, Arçelik. Çamaşır makinemizin bozulması üzerine yetkili teknik servise ihtiyaç duyduk. Fakat, Pazar akşamı olması nedeniyle telefon ile ulaşmamız imkansızdı. En iyi ihtimalle, Pazartesi sabahı arayıp, öğleden sonra gelmelerini isteyebilirdik. Ben de Arçelik'in Web sitesini ziyaret edip, soruna buradan bir çözüm bulup bulamayacağıma bakmak istedim.

İlk gözüme çarpan, sitedeki çağrı merkezi ‘link'inin üzerinde ‘CRM.jsp' yazıyor olması idi. CRM'i yani Türkçe açılımı ile, ‘Müşteri İlişkileri Yönetimi'ni her nedense çağrı merkezi (Call Center) olarak kabul ediyoruz. Sitede tabi ki benim sorunum ile ilgili direkt bir bölüm yoktu. Fakat, dilek ve görüşleriniz adı altında bir bölüm vardı. Gerekli bilgileri girdikten sonra, sorunumu belirttim ve ertesi gün sabahtan bir ‘yetkili teknik servis'in gönderilmesini istedim. Pazartesi sabahı bir telefon ile uyandık. Arçelik'ten arıyorlardı. Teknik servisin tarafımıza yollandığını söylüyordu telefondaki bayan. Gerçekten takdir etmiştim. Ardından telefon tekrar çaldı ve aynı bayan adresimizdeki ‘80600'ün ne anlama geldiğini sordu. Oturduğumuz semtin posta kodunun ilgili tarihte o olduğunu belirttikten sonra, tatlı bir tebessüm ile kapattık telefonu. Bir saat sonra aynı bayan tekrar aradı, bu sefer yetkili servisin kapıda olduğunu belirtti ve kapıyı açmamızı söylüyordu. Pes dedim. Gerçekten her konuda olduğu gibi işin dozunun kaçmış olduğunu anladım. Ama bizde böyle. Hepimizin bildiği deyim ile ‘vur denilince öldürüyoruz'. Servis elemanı, zili çalmaya üşenmiş olacak ki, bizi tekrar telefon ile arattı. Aslında işi bitip giderken, genç bayanı arayıp, ‘ofise çalışmaya gideceğimi ve servis elemanının gerekli tamiratı yaptığını, işi bitirdiğini ve akşamda saat 18:00 gibi eve döneceğini haber vermek' aklımdan geçmedi de değil.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Eylül 2004