Papatya falı misali; her gün değişik açıklamalar ve bir giriyoruz, bir almıyorlar. Böyle bir yılan hikayesi biçiminde eğleniyoruz. Ama olsun, yine de umudumuzu yitirmeden, fal sürecimiz devam etmekte. Bu konuda ne olur ya da olacak pek bilemiyorum ama, sonuca şaşırmayacağımız kesin. Fakat açıkça bildiğim bir gerçek varsa; o da AB ülkeleri ile aramızdaki gelenek-görenek, mantık, anlayış, davranış, huy... (Buraya ne yazsam uyar sanıyorum) farkı. Gerçekten biz, yani Türkiye'de yaşayan ‘Türk'ler, pek çok konuda değişik ve yeni fikirler üretip, uyguluyoruz. Hem de bunu, her alanda başarabiliyoruz. Nedenini de hep ‘Biz Türk'üz' diye açıklayıp, çıkıveriyoruz işin içinden. Sonuca direkt ulaşmak, serde var ne de olsa.
‘Zina' konusunda ki tartışmalar gerçekten çok ilginçti. Bazen gülelim, eğlenelim diye böyle şeyler yazılıp çizildiğini düşünüyorum. (Dünyaca ünlü mizah dergimiz Gır-Gır'ın, ana konusu ve muhteşem başarısının sebebi de; o devirde uygulanan bu tip politikalar değil miydi?). Fakat tartışmalar, yazılanlar gün gibi ortada. Konunun tartışıldığı son günlerde ‘Zinanın nasıl tespit edileceği' ele alınmıştı. ‘Mil-u Mikale', ‘İp çekme' gibi yöntemler irdelenmişti. Acaba gerçekten böyle bir şey günlük hayatımızda olsa, ne olurdu dediğimde, ister istemez içim gıcıklanıyor, gülesim geliyor. Gazetede okuduğum kadarı ile, Kadir İnanır'a sormuşlar ‘Zina' ile ilgili fikirleriniz nedir diye; o da: “Ben bekarım” demiş ve çıkmış işin içinden. Şimdi buna gülelim mi? Ağlayalım mı? Ama aslında, düşünce yapımızın en saf örneklerinden biri değil mi? ‘Beni ilgilendirmiyor' yahut ‘Dokunmayan yılan bin yaşasın.'
Anlamsız tartışmalar ile günler geçiyor. İlgili, ilgisiz her köşede bir takım uç fikirlere denk gelmeniz mümkün. Kimileri gerçekten bilgilendirici, kimileri de inanılmaz saçma. “İnsanlar, yalnızca anladıkları konularda konuşsalardı; dünyadaki sessizlik dayanılmaz olurdu” diyor Max Lemer. Katılmamak mümkün mü?
Tüm bunlar olurken; ülkemizde hala 60 dakikayı aşan habersiz elektrik kesintileri, bir buçuk saat süren basit işlemler (Tabi ki kamu alanında) devam ediyor. Hala kaza yapmış araçlardan, karga tulumba insanları çıkartıyoruz, çimlere yatırıp, uzun süreler ambulans gelmesini bekliyoruz, engelli insanlarımızı evlere hapsetmişiz, hatta bazıları zincirle bağlı. Onlarla ilgili gerçek bir altyapı çalışmamız ne yazık ki hala yok. TEM otoyolunda, 180 km. hızla giden araçların arasından, karşıdan karşıya geçebiliyoruz, asfalt dökmeyi bilmiyoruz, yollarımız hala kraterler ile dolu, sonradan hızlandırılmış trenlerimiz raylardan fırlıyor, rant trafiğimiz yoğun, vergi sistemiz ortada, hortumcular ortalıkta kol gezmekte, işsizlik had safhada, kayıt dışı ekonomide Dünya rekorları kırıyoruz... Listeyi daha da uzatabiliriz. Hatta bu sayfa yetmeyebilir. Kısacası, ülkemizde sorunlar o kadar çok ki. Nasıl halledileceğinden çok, bunlar ile ilgili gündemlerimizin bir gün dolu olması halinde, ne kadar vakit geçeceğini bir düşünsenize? Bu konuların hepsi de önemli tartışma konuları olarak tek tek ele alınabilir. Ve hepsi için yazılar yazılabilir, forumlar düzenlenebilir, yasa tasarıları hazırlanabilir. Hatta eminim ki, herhangi bir sonuç da çıkmaz. Tabi ki tüm iyi niyetleriyle, bu konularda çözüm üretmeye çalışan, emek harcayan herkese de büyük bir saygı duyuyorum. Fakat, en önemli konu ‘Zina' oluveriyor bir anda. Neden acaba? Yoksa gündemi oluşturacak çok önemli bir başka konu mu var da, yine saptırılmaya mı uğraşılıyor? Irak mı? İsrail mi? Kıbrıs mı? Petrol fiyatları mı? Vergiler mi? Yoksa yoksa, aslında AB süreci ile ilgili olumsuz bir tüyo mu alındı?
Vergilerle ilgili, yapılan son araştırmanın sonuçlarını hepimiz okumuşuzdur umarım. Durum, içler acısı olarak nitelendirilebilir. Fakat ‘Zina' kadar önemli, üzerinde durulacak bir sorun olmadığından, gündemimizde ‘Zina' kadar yer alamıyor. Tıpkı, diğer üzerinde durulması gereken çok acil ve önemli problemler gibi. Sırada ne var? Merakla bekliyorum.
Bu arada, bugün İstanbul'da olan orta şiddetin üzerindeki deprem de, hep birlikte yaklaşan ‘Büyük ölçekli olacağı' söylenen ve her an beklenen felakete topyekün nasıl hazır olduğumuzu bir kez daha hatırlattı.
Allah korusun. Bu, hızlandırılmış trene hiç benzemez!Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ekim 2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder