9 Şubat 2007 Cuma

“Dıgıl dıgıl...”

SICAK bir yaz günü. Pazar. Pazar gününün hepimiz için farklı anlamları, diğer günlerden farklı olarak değişik sendromları vardır. Ertesi gün yoğun bir haftaya başlamanın stresi gibi. Kravatlı görmeye alıştığımız insanları Bebek'te, Arnavutköy'de çocuklar gibi ya da daha başka şekillerde, hayalini hiç kurmadığımız yerlerde görebiliriz. Kaçta kalkacağımız belli olmaz Pazar günleri, kahvaltıyı nerede yapacağımızı da çoğunlukla planlamayız. Hatta ofisimizdeki, iş yerimizdeki eşyalarımızı bile görmeyiz çoğu zaman. Diğer günler ise, daha bir olağan, rutindir sanki.

İşte böyle bir Pazar günü yaşadığımız kentin bize sunduğu güzelliklerden birisi ile tanıştım. Aslında bir arkadaşımın balık tutmaya çıkmak gibi daha önceden hiç merak etmediğimiz, üstüne üstelik hiç bir bilgimizin, en azından pratik olarak olmadığı bir konuda, aniden bir teklifte bulunmasına gayriihtiyari güldüm. Benim bilmediğim bir şey olduğunu, hem ayrıca daha önce hiç balık tutmadığımı söyledim. Fakat onun da benden farklı olmadığını sadece denemek/öğrenmek ve zaman içinde de büyük bir balıkçı olmak istediğini, hem ayrıca bir çok da teorik bilgi edindiğini konuşurken verdiği örneklerden anladım. Arkadaşım telefonda, sandal ile balık tutacağımızı, bir diğer ‘işi bilen' arkadaşımızın da bize katılacağını ve hatta onun sandalı ile balığa çıkacağımızı da söyledi. Akşam üzeri görüşmek üzere telefonu kapattık.

Aslında fena fikir de değildi, İstanbul'un o eşsiz boğazında sandal ile bir tur atsak, akşam da balıkları mangalda pişirip yesek, güzel bir Pazar günü için yeterli olabilirdi. Fakat hayallerimin gerçekleşmeyeceğinden emindim.. Elbette üstesinden gelmemiz gereken zorluklar olacaktı(!). Ve daha da önemlisi balık tutamayacaktık. Çünkü deneyimimiz yoktu. Balıklar hakkındaki engin bilgimiz onların nasıl yenileceği üzerineydi ancak.

Öğleden sonra olmuştu ve artık ‘rastgele' deme zamanına az kalmıştı. Hazırlanmam gerekti. Peki ne lazımdı? Avuçiçi bilgisayarım işe yaramazdı herhalde. Yahut ön ödemeli bir arama kartı da denizin ortasında kullanılmazdı. Ya GSM telefonum? O da işe yaramayacak, en azından balıkları tutmakta etkisiz kalacaktı. Neden telefonuma böyle bir özellikte eklememişler ki? Bütünleşik bir lüfer oltası çok yaratıcı olabilirdi. En azından bir kullanıcı kitlesi olacağından eminim. İnternet bağlantısı da muhtemelen kayıkta yoktu. Belki yüksek hızlı, kablosuz İnternet bağlantısı (Wi-Fi) ile bir bağlantı kurabilirdim fakat bunun da bir yararı olmayacaktı. Acaba oltalar da teknolojiye ayak uydurmuş ve kablosuz daha doğrusu misinasız olabilmişler miydi? Veya her cihazdan, her yerden bilgiye ya da bu seferlik balığa anında erişebilme düşüncesinden nasiplerini almışlar mıydı?

Acaba ne tutacaktık? Onu da çok merak ediyordum. Lüfer mi? İskorpit mi? Yoksa Levrek mi? Bu tip düşünceler içerisinde evde aranırken, telefon çaldı ve arkadaşım beş dakika içerisinde geleceğini söyledi. Apar topar hazırlandım ve yola koyulduk. Sadece anahtarlarımı ve cüzdanımı alabildim yanıma. Çünkü balık tutmak ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan birinin herhangi bir teçhizatının olmaması da gayet normaldi. Kanlıca'ya gidecektik. Üçüncü arkadaşımız yani, ‘işi bilen' arkadaşımızın yanına. Bu arada “Balığa çıkmak yürek, balık tutmak bilek ister” isimli bir turnuvadan bilmiyorum haberiniz var mı? Geleneksel olarak düzenlenen böyle bir bilek güreşi turnuvasına her yıl, AB standartlarına uyumlu hale getirilen İBB Kumkapı Su Ürünleri Hali ev sahipliği yapıyormuş. Dereceye girenlere taze balık ve çeşitli ödüller veriliyormuş. Biz yarışmayı kaçırdığımız için, şansımızı boğazda denemek zorundaydık.

Kanlıca'ya vardığımızda, Pazar günleri Kanlıca'nın diğer günlerden ne kadar farklı olduğunu, aslında Pazar günlerinin her yerde nasıl da farklı geçtiğini bir kez daha anımsadım. Ve, oltalarımızı ‘işi bilen' arkadaşımız ile beraber hazırlamaya başladık. Daha doğrusu, o bizim için hazırladı ve kendisinin tutmayacağını belirtti. Belki de, o da tutamayacağını bildiği veya hissettiği için sadece kaptanlık yapmak istedi. Yemlerimizi ve balıkları tuttuktan sonra içerisine koymak için kullanacağımız kocaman bir balık sepetini yanımıza alarak, deryaya doğru ilerledik. Geç saatlere kadar kalabileceğimizi düşünerek yanımıza bir ışıldak da aldık. Ne de olsa ‘boğazdaydık' ve bir tanker ile çarpışabilirdik. Gerçi sahilde yürürken bile, böyle bir tehlike ile karşı karşıyayız ya. Sadece daha az bir olasılık, ama bazıları için ayniyle vaki. Sonunda sandala bindik ve ‘rastgele' dedik. Yaklaşık 3-4 saat boyunca oltalarımıza yosun ve pet şişe haricinde bir şey takılmadı. Abartmak için söylemiyorum, gerçekten başarıyla bir pet şişe tuttum. Bu arada ‘Boğaz'da yüzeymeye çalışan bir un çuvalıyla da tanıştım. Hevesli arkadaşım ise, bir yengeç ile uğraştı. Yemlerini bir yengecin kaptığını, bunu hissettiğini(!) ve her attığı yemli zokanın bu sebeple boş olarak geri geldiğini söyledi. Ben ona göre çok daha başarılıydım ve aynı yem ile saatlerce idare ettim. Yengeç ile rastlaşamadım. Tek bir balık bile tutamamıştık. Giderek yemlerimiz de azalıyordu. Çok geçmeden yemlerimiz birisine göre, akıllı yengeçler sayesinde tükendi. Bu arada nedense çevrede bizden başka da balıkçı da yoktu. Sonunda elimiz boş, karnımız aç olarak geri döndük Kanlıca'ya. balık tutmanın hiç kolay bir uğraş olmadığını ve her konuda olduğu gibi, ‘deneyimin' bu konuda da çok önemli olduğunu bir Pazar günü anladık arkadaşlarım ile. Hatta ve hatta anlamakla kalmayıp deneyim de kazandık. Bir sonraki balık avımızda en azından birkaç balık, belki de bir yengeç tutacağımızdan eminim.

***

‘Avanak Avni' herhalde kendimi bildim bileli, okumaktan ve gülmekten zevk aldığım bir kahramandır. Hatta belki de en kahramandır! Ne yazık ki, onun ile büyüyen son kuşaklardanım. Aslında daha başka kelimeler ile anlatmak isterdim. Fakat, kısaca Oğuz Aral'a yani ‘Huysuz İhtiyar'a Allah'tan rahmet dilemekten başka yazabilecek bir şey bulamıyorum. Hepimizin başı sağolsun. Her Pazar gazeteleri okurken gözlerim ‘Huysuz İhtiyar'ın hikayelerini arayacak.

“Dıgımuf...Gıh.Gıh! Lüküf!”.

Telepati Dergisi / Tel-e-vizyon Köşesi / Ağustos 2004

Hiç yorum yok: